Mayıs 25, 2020

Light of Life*

Kimbilir neresiydi... Hangi aydı? Hangi gündü? Niye poz vermiştim? Düşündüğüm tek şey mekânın ve zamanın yalnızca mekan ve zaman olmadığı. Ruhum bu fotoğrafa baktığında ömründe bir kez bile görmediği Kudüs'ün taş evlerinden birine dayanadığını hissediyor sırtını. Vakit, vakitlerin en güzeli. Öğle bitmiş, ikindiye geçmiş. Güneş sızmış yaprakların ardından... 🌿 Sızmış da rüzgârı da katıp içine ruhuma üfleyivermiş sanki. Ruhta serinliğin o esintisi...

Ve bir müzik çalıyor içimde: Light Of Life*

"I am travelling on the road to paradise
I am travelling on the road to love
I am travelling on the road to paradise
Where the light of truth is in this world
There is no god but God Allah
Where the light of truth is in this world
Where the love of piety is welcome
I am travelling on the road to paradise
Oh, you and we, to paradise
There is no god but Allah
There is no god but Allah
Oh, my heart
I am travelling on the road to Paradise
I am travelling on the road to Love
Yes, my love"



Natacha Atlas / Light of Life

Mayıs 23, 2020

Henriette Çıkmazı*

Henriette
Sabahın 5 buçuğunda not düşüyorum bunları. 

Bazı roman karakterleriyle tuhaf bir bağım var. Balzac üzerine bana kendini yazdıran yazıyla -henüz yazdığım- bir kez daha emin oldum ki o karakterlerin ilki Henriette. Şu sosyal medya karadeliğine dahi ne kadar çok düşürmüşüm adını:


Eski bir parfüm gibidir bazı roman karakterleri… Tesiri yüksek bir kokunun yaptığı zalimlikleri yaparlar her hatırlandıklarında. Ki koku, zamanlar arasında yolculuğun en kestirme ve büyülü yolu değil midir? An’ı saklamanın diğer bir yoludur o. Üstelik an'ı ve anıyı bir fotoğraftan dahi iyi saklar. Mutsuz da olsa, acı da olsa, bir an’ı, bir zaman dilimini sonsuz’a kadar saklar. Fotoğraf yalnızca görüntüsünü verir an'ın. Bir sandık, bir şişe, açılan bir kapak ve koku... Ve o kokuyu ilk kez aldığı zamanda insan. 

Lise zamanları. Kendi kendine alınan zambaklar. Sayfaları ilk ve tek kez ıslanan kitap. Ve Vadideki Zambak’ın Henriette'si. Henriette'm. 

*

Bunlar da Vadideki Zambak'ın(Le Lys Dans la Vallée) Fransızca bir baskısından bazı çizimler. Çizginin dili bile güzel bazen:




























Bu da 1970 tarihli uyarlaması...

Mayıs 22, 2020

Gerçeğin Şiddeti*


Gerçeğin Kendisi,
Gerçeğin Görüntüsü,
Gerçeğin Gösterisi...

Gerçeğin Görüntüsü ve hatta Gerçeğin Gösterisi varken kim Gerçeğin kendisini ister ki? Yalındır, yalnızdır, yararsızdır, yalansızdır gerçeğin kendisi. 

Gerçeğin kendisi, kendini anlatmaya kalkar hep. Doğrudandır, dolaylısını bilmez hiç.  Anlatır. Oysa ne beyhude şeydir; anlatmak... Dert anlatmak, haklılığını anlatmak, doğru görünenden sıyrılmış gerçek olanı, gerçeğin yalnızca kendisini anlatmak. 

Tiyatro ve kurmacanın meşhur mottosu dahi söylemez mi: "anlatma, göster" Anlatılanı tiyatro, hikâye, plan sanırlar. İnanmazlar. İnanmayı bilmeyen gözlere yalnız göstermek gerekir, O gözlere Gerçeğin Görüntüsü, Gerçeğin Gösterisi gerekir. Görmediklerine inanmazlar, ardında hep bir şey ararlar.  

Gerçeğin kendisinin sözüne de gözüne de inanmazlar. “Görünen gerçek, gerçek olmayabilir” derler. Yetse keşke. Gösterilen gerçek, görünen gerçek; görünen gerçek, gerçeğin kendisi olmayabilir. Anlatma. Artık anlatma. Yaz, çiz, göster, hissettir, sezdir, yaşattır. Yaşasınlar, görsünler ama asla anlatma. 

İfşa olsun, zuhur etsin Hakikat. 
Ve sonsuza kadar sussun artık gerçek.

*

Hakikat sessizlikteydi. Dile düştü, adı Gerçek oldu. Sonra kulaktan kulak yayıldı, bölündü sayısız Gerçeklik'lere. Herkes duyduğu gerçekliği Hakikat sandı. Sonra biri dile düşen ilk ağza sorma cesareti gösterdi; Gerçek'e erişti. Hakikat'se tüm bu olanlara sessizce gülümsedi. 

Mayıs 04, 2020

Tanrının Gözyaşı: Emil Cioran

-Bizet’in Je Crois Entendre Encore isimli aryası eşlik edebilir bu yazıya-

Bazı cümleleri kurmaktan korkuyorum. Fakat her defasında güzelliklerine mağlup oluyorum. Peki sen de ağlar mısın Tanrım? Kızma… İçimin sesini nasıl saklarım senden? Yağmuru senin gözyaşların diye gördüğüm zamanları da saklayamam. Aşk mektubu yazar gibi heyecanlıyım işte. Sayısı ruhlar adedince olan Tanrı tasavvurlarından birini, Tanrı’sının gözyaşına dönüşmüş birisini yazacağım. Sağanağa dönmüş fikirleri altında: "Ben hiç ağlamadım çünkü gözyaşlarım düşüncelere dönüştü." diyen Emil Cioran’ı.

“Cioran Etkisi”
“Filozof, deneme yazarı ve retorik sentezcisi”nden başka birçok yakıştırma yapılır ona; “alaycı bir bilge, metafiziğe çok az bulaşmış bir mezarcı, ilahi bir yargı sonucu melankolik olmuş biri, ölü doğmuş bir uyanık…” Onun, üslubunun ve varoluşunun tanımlanmasının böylesine güç oluşu literatüre de giren “Cioran Etkisi” yüzündendir. Çünkü ona göre “üslup yaratılmaz, insan onunla birlikte doğar.”

25 yaşında Rumence kaleme aldığı ve en önemsediği eseri olarak nitelendirdiği kitabı Gözyaşları ve Azizler’i (Lacrimi și Sfinți) yaklaşık yarım asır sonra Fransızca olarak revize eder Cioran. İkinci düzenlemede otuz yerde geçen Tanrı kelimesini çıkaran Cioran’ın metninin bu yarım asırlık dönüşümü birçok yönüyle enteresandır. Rumence minör bir metinken Fransızca majör bir metne dönüşen yeni basım; genç bir azizden nihilist bir pesimiste evirilen, felsefi serüvenin henüz başında genç Cioran ve yarım asır sonraki yaşlı Cioran arasındaki farkı gözler önüne seriyor. Okur, iki metnin ve iki Cioran’ın mukayesesini yapma şansına erişiyor ve bu iki versiyon onu sevenlere eşsiz bir deneyim sunuyor.

Tanrı’nın Kalemini Çalmak
Cioran düşüncesinde Tanrı’yla olan münasebet mühim bir yerde durur. Her tanrı versiyonunun otobiyografik olduğunu söyleyen Cioran, Tanrı’nın bizim kendi yorumumuz olduğunu söyler. Cioran’a göre Tanrı’yı düşünmeyen kendine yabancı kalır. Çünkü kendini tanımanın tek yolu Tanrı’dan geçer ve dünya tarihi onun aldığı biçimlerin tanımlanmasından başka bir şey değildir.” Tanrı’yla olan mücadele, kimi zaman aşk ve nefret tezatlığında seyrederek Cioran’da kendi karakteristiğine ulaşır. Boyun eğmeyen ruhun tek bir düşman tanıdığını ve onun da Tanrı olduğunu söyler. Tanrı’dan nefret etmeden Tanrı’yı sevmek mümkünsüzlüğünden bahseder ve insanın kendi olma serüvenini ancak Yaratıcı’yı küçümsemekten bahsedilen oranda mümkün olabileceğinden bahis açar.

"Tanrı fikri en pratik ve en tehlikeli fikirdir. İnsanlık bu fikirle kurtulur ya da kaybolur." der Cioran. Tanrısal olanla ayartılmaz mı insan hep? Tanrının sıfatları birinde/bir şeyde tezahür etmeyegörsün, başı döner insanın. Son söz, son hüküm, hikâyenin sonu tanrısal bir haz verir bu yüzden hep. Tanrısal hazzın zerresini tadan; akıbeti yazmaya kalkışır son gülen olacağını sanan o şen kibirle. Oysa ister komedi, ister dram olsun Tanrı'nın kalemini çalanların mutlak akıbeti hep trajedidir.

Oysa kibir, en büyük hırsızlık değil midir? Diğer tüm hırsızlıklar insanlardan yapılırken kibir Tanrı'dan çalınır. Tanrıdan bir parça olduğumuz bilgisiyle tanrılık taslamak tanrısal bir cezalandırmayı müstahak kılar. Ceza, tanrısal parçacık hatırlatmasıdır ve tanrılık taslanan yere gelir. Parçalayıcılığı ise; ıslah ya da helâk olana dek sürer. "Yalnızca Tanrı'ya ait olan sorular"ı kendimize sorabilir ama başkalarına soramayız. Hüküm vermenin şehvetiyle tanrının sorularını çalarak kendine aforoz yetkisi bahşedenler, başkaları vesileyle tanrısal cezalandırılmayla sorguya çekilirler. Islah, kendimiz yerine başkalarından başladığında bu "tanrının soruları"nı çalmak ve tanrılık taslamak olduğundan ceza başkaları aracılığı ile gelir. Oysa kendimizden başlasaydı şifayı da kendimizde bulmaz mıydık?

Tanrının Açık Yarası: İnsan Kalbi
Cioran, tanrısallık takıntısının dünyevi sevgiyi yok ettiğini düşünür ve bunu çarpıcı bir örnekle misallendirir. Kadını ve tanrıyı, birlikle, tutkuyla sevmenin imkânsızlığından bahseder. Bu iki erotiğin birleşiminin sonsuz bir dalgalanma yaratacağını düşünür: “Bir kadın bizi Tanrı’dan kurtarabilir, aynı şekilde Tanrı da bizi bütün kadınlardan kurtarabilir” der.  Bu yüzden tanrısal aşk, ölümsüz aşkın varlığına iman ederken; beşeri aşk “ömürsüz aşk yoktur” der. Aşk tasavvuru tanrısal olanlar, hiçbir insana bu yüzden âşık olmazlar. Tanrısal olan şeyi yalnız Tanrı'ya layık görürler. Bu âşka bir reddiye değil, beşeri âşk tasavvuruna bir tahkir; Tanrı'ya ise ilan-ı âşktır.

Cioran’ın gözyaşıyla münasebeti, acı üzerine gözyaşıyla yapılmış bir felsefeyi de getiriyor beraberinde. Acı, tekâmüle vesile olan, bir üst mertebeye terfi ettiren basamak sanki. Kalp, acıdıkça güzelleşir. Ruh, acıdıkça derinleşir. Beden, acıdıkça güçlenir. Akıl acırsa, delirir. Cioran, Hristiyanlığı tümüyle bir gözyaşları krizi olarak görerek ondan bize kalanın yalnızca acı olduğunu söyler. Belki de bu yüzden insan kalbine “Tanrı’nın açık yarası” yakıştırmasını yapar. Tanrının açık yarası olan insanın kalbi, ağlamakla rutubet tutar. Öyledir belki, ağlamak biriktirmek ve ağlayamamak kalbi rutubetlendirir. Sonra çürüme başlar; kalp çürümesi.

Cennetten Düşüşün Müziği         
Müziği, evrenin son tezahürü; Tanrı’yı ise müziğin son tezahürü olarak görür Cioran. Kitabında sıkça zikrettiği Nietzsche’nin, “gözyaşları ile müzik arasında bir ayrım yapamıyorum” sözü ilham vermiş olacak ki gerçek müziğin “cennet düşüncesinin verdiği düş kırıklığından doğduğu için, ağlamalardan” çıktığına varır Cioran. Klasik müziği tanrısallığın bir aracı olarak görür. Bilhassa Bach, Handel onun bu tinsel sesi duyduğu isimlerdir. Handel’in, eseri “Mesih”i bestelediği sırada kendini gökyüzünde hissedişini vurgulayan Cioran, ancak eserini bitirdikten sonra yeryüzüne indiğinden bahseder. Bach’a kulak verdiğimizde ise Tanrı’nın filizlendiğini göreceğimizi söyler. Cioran’a göre “Bach’ın eserleri tanrısallık yaratır.” Ezeli Mağlup’ta Bach’a yaptığı bu tinsel taltifler neredeyse gökyüzüne erişir. Bach olmasa Tanrı’nın üçüncü sınıf bir tip olduğunu, evrenin başarısızlığa uğramadığı izlenimini veren tek şeyin Bach olduğunu söyleyen Cioran, Bach’ın öbür dünyadaki yokluk fikrini tehlikeye attığını söyler. Ve Bach olmasaydı mutlak bir nihilist olacağını…

Tanrının dokunuşu: Gözyaşı Hermeneutiği
Bir mektup mürekkebi olarak kan mı daha vurucudur yoksa gözyaşı mı? Sanırım ben en çok gözyaşı mürekkepli mektupları seviyorum. Gönlü kabarmış sayfalara, muhayyel harflerle akan, ağlamayı bilmiş gözlere yaş mektuplarını. Cioran’ın yazısı böylesi bir mektuba benziyordur belki de. Çoğu filozof ve yazarda olan, kimi zaman bir takıntı haline dönüşen anahtar kavram ya da imge Cioran’da gözyaşına tekabül eder. Belki de bu yüzden “kökenlerini ve olası tüm yorumlarını keşfetmeye çalışacak bir gözyaşı hermeneutiği” düşündüğünden bahseder.

Azizliği “sapkınlık, ilahi bir kötülük” olarak tanımlayan, aziz olmayan, ağlayamayan bir adam; azizlerin gözyaşını anlayamaz mı? Cioran “Azizler ağlar, ben onların gözyaşını şerh ederim” derken gözyaşını felsefi bir kavram olarak ele aldığını işaret eder. Gözyaşına tinsel bir değer atfederek, gözyaşı tükendiğinde Tanrı arzusunun da yok olacağını söyler. Yer yer monolog, tutkulu bir münacaat ve tezatlarda raks haline gelen fikir ve sayıklamalarında Cioran bir dua gibi sorar; “bir gün azizlerin gözyaşlarında parlayabilecek kadar saf ve temiz olacak mıyım?” Fikirleri gözyaşlarına dönüşmüş birinin kiri ancak bu kadardı belki. Tanrı’sının gözünden düşen bir damla kadar.

Bu yazı Sabitfikir Dergisinin 111. sayısında yayımlanmıştır.
http://www.sabitfikir.com/elestiri/fikirleri-gozyaslarina-donusmus-adam-cioran

Mayıs 02, 2020

Çevrimiçi Zamanlar & Sanal Mezarlık

2020'nin baharında, bir gece vakti yazıyorum bunları.

Ölmüş insanların sosyal medyasına bakmak... Kendimi sıkça bunu yaparken yakalıyorum. Bir yaşamın kısıtlı da olsa seyrine bakarken. Bir çerçevenin içine görünmek istedikleri hallerini sunmuş, artık ölmüş insanlara bakıyorum. Bilhassa gözlerine. Sonra düşlerine, heveslerine, umutlarına, acılarına, hırslarına, aşklarına. Dinledikleri müziklere, giyindikleri şeylere, sarıldıkları dostlara, her şeylerine. Fotoğraf albümlerinden daha canlı üstelik. Videoları, sesleri, cümleleri var. Kendi yaşamlarının filmlerini çekmişler sanki. Selfie'leriyle başroldeler. 

En hüzünlü kısmı tıpkı bir cümlenin noktasına denk düşen son postları... Filmin "the end" kısmı son postlarına denk düşüyor sanki. Sonra upuzun bir "çevrimdışı" Yeni bir ölüm tasviri: Sonsuza dek çevrimdışı... Artık ONLINE değil. Sonsuza kadar OFFLINE.

2020'nin baharında, bir gece vakti yazıyorum bunları. Bir zaman sonra ölmüş olacak, şimdide çevrimiçi olduğum herkese. Belki de artık "şimdiki zaman"a bir alternatif olarak "çevrimiçi zaman"ı sunmalıyız.

Çevrimiçi dostlarım;
Yüzyıllar önce çekilmiş, sepya fonlu fotograflara nostaljik bir merakla baktığımız gibi tıpkı bakılacak bizlere de. Bu çevrimiçi beraberlikte, bir zaman, sanal bir mezarlığa dönüşeceğiz hepimiz. Kalan her şeyimizle hatıralara dönüşeceğiz. 

Yazıma başlarken yaptığım gibi tıpkı, bu satırların okuyacağı bir zamana saklıyorum bu fikrimi. Bir zaman sonra ölmüş olacak birinin bir paylaşımına dönüşeceğimi bilerek. Başka bir çevrimiçi zamanda bu satırları okuyacak o kimselere saklıyorum.

Hüzünle ve keşifle.