Hoş geldiniz. Bu, bir
röportajdan çok bir tür “Kendilik Mülakatı” olacak. Var olma biçiminiz ve varlığınıza
dair bu 40 soru; kendinize, kendiliğinize, kendi dilinizce cevaplar isteyecek
sizden. Soruların bir kısmını var olma cesareti göstermiş kişilerin sözleriyle dolaylıca;
bir kısmını kendimce, doğrudan sordum. Soruları dilediğiniz gibi, “kendiniz
gibi” cevaplayabilirsiniz.
Kendinin Sınırında
1.Her tanım tanımlayıcısını da
tanıtır mı? Kendinizi nasıl tanımlar ve tanıtırsınız? Ben kendimi ismimle, sıfatlarımla,
özelliklerimle vs. seçemediğim bir şeyle değil “philo-sophia”dan aldığım
ilhamla, özgür irade ve şahsi gayretimle severek seçtiklerimle tanımlıyorum. Kendime,
kendi koyduğum ad ile. Ben, Keşfsever. Siz kimsiniz?
"Her belirleme bir sınırlamadır" denilir. İçine doğduğum
kimliğe (kadın, müslüman Türk, vd.) tutunarak kişiliğimi (meslek, fikri tutum,
vb.) oluşturma çabasıyla geçti yaşamım. Kendilik tanımımı, "henüz ne
olmadığım" üzerinden yapabiliyorum şimdilik. Bir şeye "şudur"
denildiğinde zorunlu olarak "bu değildir" denilmiş olur. Bu
Spinoza'da ifade bulup, Hegel'de çözüme ulaşan bir sorunsaldır. Din de bunu
anlatır. Ben dini de felsefeyi de kenara ittirip "acaba?" ile
ilerledim ve bu tanımsızlığın dışına asla çıkamadığımı deneyimledim.
"Kendilik" varıldığında tamamlanacak bir bilgidir. Yaşam, ölümle
tamamlanır. "Ne olmadığı" bilmek gerek sezgisel gerekse aklî olarak
deneyimlenmelidir. Yaşam; bu eksikliğin sezgisel bilgisinin, ussallığa
taşınmasının deneyimidir kanaatimce.
2. Oscar
Wilde "tanımlamak, sınırlandırmaktır" diyor. Tanımlamak, indirgemek
midir? Bu tespite dahi tanımlayarak ulaşıyorken ve bu cümle dahi bir tanımken
anlama erişmenin başka bir yolu var mıdır sizce? Kendimizi tanımlamanın imkânları
kelimelerle mi sınırlıdır ya da?
Bu, Spinoza'nın irdelediği bir konudur. Bir
şeye "a" diyorsak, aynı zamanda "b" değil demiş oluyoruz. Bu
tanımların anlamlı bir bütünlükte kavranılabilmesi için çatı kavramın ne olduğu
önemlidir. "İnsan"ı felsefi olarak ele alıyorsak,
"kendi"nin, "kendi olmayan" olmaksızın var olamadığına
gelir mesele. Bu "kendi olmayan" felsefede "kendi başkası"
olarak tanımlanır. Yok eğer "öteki" dersek ideolojik alana girmeye
başlarız. Bu "kendi başkası" dinin anlattığıdır aynı zamanda. İşte bu
felsefi ve dînî tanımların zorunlu köküne işaret eder; öyle bir ortak kök ki
bir film, bir müzik parçası milyarlarca gönlü bir ediverir. Eş deyişle çatı
kavram sanatla duyu algılarımıza sunulmuştur. Tanım, dondurur. Ne olmadığı
bilmekse, potansiyeli kavramış olmaktır. İnsana hürmet etmenin özü budur. Yoksa
her ayrı olay için ayrı bir tepki planlar dururuz.
3. Amin
Maalouf, Ölümcül Kimlikler’de “kimliğim beni başka hiç kimseye benzemez
yapan şeydir” derken onun eşsizliğinden bahseder. Seçilmişliğinden. Ve
hissedilen tüm aidiyetleri “kişiliğin yapı taşlarıdır, doğuştan gelmediğini
vurgulamak koşuluyla neredeyse ruhun genleri denebilir onlara”yla özetlerken; kimlik
denilen şeyin aslında kişinin kendi ruhunu tanımlama biçimi olarak mı kast
ediyordu sizce?
Burada kavramsal bir karışıklık var sanırım. Kimlik değil
kendiliktir kişiyi biricik yapan. Kimliğin biricikliğini sağlamaya çalışmak
ontolojik olarak olanaksızdır; kimlik tikel belirlenimdir ve zorunlu olarak
geçicidir. Geçici olan, biricik olamaz. Biricikliğin idraki ise, sıradanlığın
kabulünü gerektirir.
4. "Kimlik
bize keşfedilmesi gereken bir şey olarak değil de tamamıyla icat edilmesi
gereken, bir çabanın hedefi, bir amaç, kişinin en başından inşa etmesi gereken
veya alternatif teklifler arasından seçip sonra uğrunda mücadele edip ardından
ancak daha da fazla çaba ile koruyacağı bir şey olarak yansıtılıyor.” Bauman’ın bu icat edilen, keşfedilen
kimlik ayrımı ve “ithal kimlikler” mukayesesinde siz kimliğinizi nerede
konumluyorsunuz?
Ben kendiliğimi fiilimde ispatlanmış olandan ibaret
görüyorum. Fiilin yani edimin bir süreci vardır; fiilim bir faaliyetimin
ürünüdür. Düşünme, sorgulama faaliyetim eğer bir süreçse beni dönüştürmüş
demektir. Bu dönüşme sonucunda bulunan Kavram'dır, Tanrı'dır; O'nun işleridir.
İyi, Güzel ve Doğru elele görünüşe çıkmıştır. Orada tikel ben taşıyıcı bir
kaptır ancak; kibir o nedenle zorunlu bir "uğrak" olarak terk edilendir,
tabii eğer "yolculuk" söz konusuysa. Felsefe "Varlık
İyi'dir" der; din "Tanrı İyi'dir" der. Bu kişinin edimi olarak
kavranılmazsa, dışsal kalır. Dışsal kalan her iddia öfkeye neden olur.
Ülkemizde din ve felsefe ile uğraşanların temel sorunu budur bence. Akıl,
erdemi ancak fiilinde görürse kavrar. Bu şu demek: İhlâs. Anadolu bilgeleri o
nedenle "Âinesi iştir kişinin lâfa bakılmaz" der.
Fıtri Işık
5. Descartes, Hakikatin Fıtrî / Tabii
Işıkla Araştırılması olarak kitaplaşan metninde, fıtri ışığın, din ya da
felsefenin yardımına başvurmadan, sıradan bir insanın aklını kurcalayabilecek
her şey üzerine edinmesi gereken kanaatleri tayin edebildiğinden bahis açar. “Fıtrî
ışık” nedir sizce? Bir tür sanatçı nüvesi mi?
Her insan bir sanatçı doğasıyla doğar. Yaşam, yukarıda değindiğim
git-gel arasında kendini bir sanat eseri olarak inşa etme çabasıdır. Bu sanat,
kendini bir bütünün ayrılmaz bir parçası olarak tanımlayabilme yeteneğidir. Bu,
iflâh olmaz ama iflâh eden bir cedeldir. Descartes felsefi "kıpı"
olarak düalite aşamasıdır. Ölmeden önce kuşkuculuğu yendiği söylenilir. Diğer
bir deyişle fıtrî ışığın onu aydınlattığı. Ne mutlu ona!
Ruhça
6. Bilge
Karasu “Kestirip atmak güç ya, kimi
yazarın dilinde söyleyişin en incesini sözcüklerin birer ok gibi art arda
fırlatılmasını sağlar; kimininkinde ise bir karasu gibi akış. Benim dilim,
çiçek dermek üzere eğilip kalkan bir gövdenin yumuşaklığına, dalgalanışına
ulaşmalı.” diyor yazısını tarif için. Ben de “Ruhça” dediğim yazımın, bir
katana kesiği kadar derin ve bir rüzgâr gibi serin olmasını isterdim sanırım. Siz
yazınızı neye benzetirdiniz?
Yazılarımın etkisini hiç düşünmeden
yazmaya başladım. Yazarlık benim yaşamıma, başka bir şey yapamamak, eğer
yazmazsam, yaşama devam etmenin olanaksız olduğu bir kurtuluş yöntemi olarak
girdi. Düşüncelerimi, kemâle ulaştırmanın bir çeşidi... Daha sonra okurlarımdan
gelen tepkilerden, yazılarımın onlarda, dönüştürücü bir enerjiyi tetiklediğini
öğrendim. Sonradan anladım ki bu benim yazarken en istediğim şeydi;
durduramadığım akışın satırlardan geçebilmesi, dönüştürücü enerjinin
paylaşılması.
7. Saf bir
fikre erişme çabası, bir heykeli sabırla yontmaya benziyor. En önce akla üşüşen
tüm düşünceleri madırgayla fazlalıklarından kurtarmak; keski ve yontma tarağı
ile üslûp kazandırmak ve en son elmas kalem ile ruhun imzasını atmak... Siz düşünmenizi
ve düşüncenizi neye benzetirdiniz peki?
"Düşünmek"
nihâyet kapımı çaldığında, kendimi yontacağım mermer kayayı dinamitleyerek
yerinden söktüm. Kamyon tutup getirdim. Çok gürültülü bir süreçti evime
taşınması. Bol bol rahatsızlık verdim. Komşularımı kınadım aynı şeyi
yapmadıkları için. "Heykelime bak!" diyenlerin kusurlarını aradım,
buldum ve ifade ettim. Allah şahidimdir; buldozerle girdim ruhuma ve tüm
ruhlara. Merhametli Yaradan ruhların değil, tek bir Ruh'un olduğunu öğretti
bana. İncittiğimle incinme sanatında beni usta kıldı. Düşünce işçiliği; gürültü
patırtının koptuğu, herkesin kaçtığı bir atölyenin artık nefis bir müziğin
sızdığı, sanatçının minik, zarif, aletlerle ayrıntı üzerinde nâzik vuruşlarla,
dokunuşlarla ilerlediği bir atölye hâline geldiği büyülü bir evrim. Orası artık,
bir kadeh şarap, bir bardak çay içmek için uğradığımız; sergilenenin değil,
sükûnetin bizi davet ettiği bir ibâdethânedir.
Yazma Hırsı
8. Var olma tutkusu, yok etme
hırsından kurtarıyor insanı. Kendi var oluşuyla meşgul olanlar, başkalarının
bahçesini tahrip etmekle uğraşmıyor. Kendi varlığını çiçeklendirmenin hevesine
düşüyor. Var olma tutkusu ve yok etme hırsını nasıl değerlendirirsiniz?
İkisini
birbirinden keskin sınırlarla ayıramam. "var olma tutkusu" bir
iddiadır ve her iddia bir bedel ödetir. Var olmaya tutkun olmak için
"Yokluk" bilinci gerekir. Bu belki de gelinecek en üst düzey
bilgidir. Felsefi olarak Hegel'de ilk kez Varlık-Yokluk dikotomisi
"Oluş"la aşılmıştır; felsefesi oradan başlar. Anadolulu büyük bilge
İsmail Emre, "Allah için 'yok' diyemeyiz ama 'yokluk'tur
diyebiliriz,"der. Tikel "ben"in yerini Evrensel olana bırakışı
bir yok oluştur: Var olunduğu kabulünün, yanılsamasının giderilmesi.
"Başkası"nın sayesinde ben kendimi tanımlayabilirim; dolayısı ile,
başkasının varlığı ve benim onun yapıp-etmeleriyle ilgilenmem bir lütûftur.
Eğer "başka", "öteki"leştirilirse, "kendi"lik
potansiyelinden uzaklaşılmış demektir. Başkası ile temas, kendim ile temastır;
onun eksik yanları, bende "geride bıraktığım" aşama olarak merhametle
karşılık bulmuyorsa onu ötekileştirdim anlamına gelir. İnsan, çevresinde olup
bitenleri yargılamakla değil, çevresinde olup bitenlerin, kendinde yarattığı
duygu durumlarını gözlemlemekle yükümlü bir varlıktır.
9. "Yazma hırsı" özgünlüğü
tahrip ediyor bazen. Edebî türlerle ilgilenen insanların ilk büyük sorunu
özgünlük bu yüzden. Özgün olmayışın farkına dahi varılamayışı belki bundan daha
da büyük bir sorun. Yazma hırsıyla dolaşımdaki popüler kelimeleri, kavramları,
kitapları evirip çevirip çıktı vermek yazmak sayılır mı sizce? Bu konu etrafında
neler söylersiniz?
Yine, İsmail Emre'den bir cümleyle yanıtlayayım. Der ki:
"Mevlâna, aşka düştüğü için coştu, vecde geldi Sema döndü; şimdikiler döne
döne aşka düşmeye çalışıyorlar." "Boş Ben"in narsisistik
salvolarını, arsız çığlıklarını dinleme çağındayız. Sanırım buna katkısı
olmayan yoktur. Bir yazma telâşı... Aforizmacılık... Oysa, bir bilgeyi kısa ve
öz konuşturan "Yokluk" bilincidir. Bizdeyse, bir bilgelik özentisi
var. Bu kötü bir şey değil hatta hayranlık olsun, ne güzel! Lâkin, hakiki
hayranlık, yakıtını varlığa değil yokluğa olan hayretinde bulur: susana, imtina
edene, kenara çekiliverene...
10. Cimriliğin
bambaşka tezahürleri var: Kincilik, biriciklik hırsı, takdir & iltifat
edememek, bir mutluluğa ortak olamamak, bağışlayamamak, yüreklendirememek,
kibirli seçicilik, kusurculuk, küçümsemek. Cimrilik, çoğaltamamaktır. İyiyi,
güzeli, doğruyu doğuramamak. Bir tür ruhsal kısırlık. Cimri sakındıkça azaltır
kendini. Sakladıkça çürütür kendini cimri. Takdir & cimrilik üzerine siz
nasıl bir bağlantı kurarsınız?
Cimrilik, denge noktası cömertlik olan bir
ölçeğin, aşırı iki ucundan biridir. Diğer uçsa savurganlıktır. Cimriliğin
varabileceği boyutları ve altında saklanabileceği giysileri, sorunuzda
açıklamışsınız. O hâlde cimrilik savurganlığın da dengeye kavuştuğu bir
durumdur diyerek tanımları sonlandırabiliriz. Yersiz iyilik, niyetini gizleyen cümleler,
yoğun kaygı ve benzeri gibi yaşam enerjisinin yersiz kullanıldığı durumlar dahi
savurganlıktır. Ez cümle: İtidal bütünseldir; ara basamaklar geride kalanı
eleştirmek için değil minnet duymak için kullanılırsa yaşamı cömertçe
kucaklamış olabiliriz.
Yazmak
Cüreti
11. Bir
aktör Kral'ı oynayabilir. Her şeyiyle O'na benzeyebilir. Ve dahi "onun
gibi" var olabilir. Ama O değildir ve olamaz asla. Tıpkı bunun gibi... Bir
şeyi idrak edebilme, onu yazabilme kudreti "O" olabilme imkânını
veremiyor insana. Yazmak, tanrısal bir cüret veriyor insana. O gücü
taşıyamayanlar, yazabildiklerini oldurabilecekleri yanılgısına düşüyor. Yazı,
yazar ve var olmak arasında nasıl bir bağlantı var sizce?
Yukarıda
açıkladığım gibi, yazmak bende acziyet duygusunu artırdı. Cüret etmek, risk
almakla ilgilidir. Ben almak zorunda kalacağım risk olmaması için yazıyorum. Bunlar
"varoluş" alanıyla, fenomenal olanla ilgilidir. Muhayyilenin iş
başında olduğu yazma faaliyetinde; demem o ki özgün ve özgür bir yazım fiili
gerçekleştiğinde; yazan el, muhayyile ile kalem arasında kalemi tutan bir
alettir yalnızca.
Tanrının Kalemini Çalmak
12. Tanrısal
olanla ayartılır insan hep. Tanrının sıfatları birinde / bir şeyde tezahür
etmeye görsün, başı döner insanın. Son söz, son hüküm, hikâyenin sonu tanrısal
bir haz verir bu yüzden hep. Tanrısal hazzın zerresini tadan; akıbeti yazmaya
kalkışır son gülen olacağını sanan o şen kibirle. Oysa ister komedi, ister dram
olsun Tanrı'nın kalemini çalanların akıbeti hep trajedidir. Tanrının kalemini
çaldığınızı düşündünüz mü hiç?
Bir önceki soruda yanıtladım
sanırım. Tanrı'yı işlerinden, sıfatlarından bilebiliriz. Demek ki, hep kenara
çekilen, başarıyı paylaşan, yokluğuyla ödüllendiren bir Tanrı var. Bu yanıyla
da düşünmeli. Tanrısal olanda muktedirlik, çokça yoklukla ilgili.
Yara Yazı
13. İbn Arabî, kelimenin Arapça
"yara izi" olduğunu nakleder. Yazının bir kılıç gibi kullanımı “yara
yazı” kavramını ilham ediyor. Bir yarayı en iyi tarif edenler, yaralananların
kendisi çoğu zaman. Yara teşhisleri yapanlar da kendi yaralarını düşünceye
dönüştürebilenler. Kendi yaralarından "bazı yaralar" diye bahsetmenin
yeni yollarını keşfetmiş olanlar belki de. Dillendiremediği acılarını,
gösteremediği yaralarını "bazı yaralar", "başkalarının
yaralarının öyküsü" diye yazıyor bazen insan. Ama açık yara gibi tıpkı,
saklanmıyor "yara yazı" da. Kanıyor ama kandıramıyor yazı. Yara Yazı
var mıdır? Ya da yazınızda fark ettiniz yaralar?
Uzayın olumsuzlanması demek
olan "nokta"nın ortaya çıkışı; birleşen noktalardan oluşan çizgilerle
mevcûdata, ilkin harf sonra kelime olarak katılışıdır yara. Bir daha
dönülemeyecek olan özdeşlik alanına atılan ilk yarıktır, yara. Yarılmış
benliğimden başka bir şey yazmadım, yazamadım. Özdeş alandan çıkış, kendi
başkana geçiş ve sonra bir özbilinç varlığı olarak başlangıç noktasına geçiş,
yâni yaşam, bir yaranın iyileştirilme çabası değil midir?
Görünmek Biçimleri
14. Chul Han'ın Psikopolitika'sında
geçen "neoliberal performans öznesi kendinin girişimcisi olarak kendini
gönüllü ve tutkulu bir şekilde sömürür." ifadesi ürünü bizzat kendisi
olan, kendini kendi isteğiyle sömüren milyonlarca insanın hâlinin trajedisini
ifşa ediyor. Hiç sömürüldüğünüz hissine kapıldınız mı? Ya da kendinizi
sömürdüğünüzü fark ettiniz mi hiç?
Cömertlik bahsinde sözünü ettiğim buydu
tam olarak. Kendimi sömürmenin önüne geçebilmek... Eş deyişle; hakta
durabilmek.
15. Gizlenmek,
ters bir teşhir sadece. Göstermek, neyi olursa olsun bir imajı ve reklamı
getiriyor beraberinde. Gizlenmeyi değil, görünmemeyi değil, göstermemeyi
seçmek. En sağlıklı görüntü vermek bu ayrımda saklı. Katılır mısınız? Kendinizi
gösterme şeklinizi yahut görünme biçiminizi nasıl değerlendirirsiniz?
Deneyimlenmeyen
her şey zamanı gelince hakkını talep eder. Gizlenmemek taraftarıyım.
"Göstermemeyi seçmek" ise bir plandır. 1985 yılında Feynman'a Nobel
getiren KED çalışması ve "Allah her an bir şen'dedir" âyeti gereği bu
tür şeyleri planlamam. Yaşamın cömertçe akışına ket vurmak istemem. Eğer
"göstermemeyi seçersem" aklını benimkinden ileriye taşıyabilenlerin,
beni uyarmalarını dilerim; çok sarsıcı olsa da ilk etapta içim burkulsa da...
Bazen gizlenmek bazen göstermek gerekir; bu bir dengedir ve sükûneti sağlayacak
olan yalnızca niyetimizdir.
16. Flörtöz
zihinler herhangi bir alanda derinleşemiyor. Zihin, bir alanla mutlak aşk
mertebesine eriştiğinde mutlak patlamayı yaşıyor. Şaheserler de o aşk halinde
ortaya çıkıyor zaten. Alâkalar da aşk gibi sadakat istiyor. İstikrarsız bir
hırs, rekabet içgüdüsü, seçici olmayan flörtöz meraklarla içselleştirilemeyen
her alanla alâka kuranlar; hiçbirinde derinleşemediklerinden gerçek bir şaheser
ortaya koyamıyorlar. Her şey olmak isteyen insan, hiçbir şeyin kemâli olamıyor
sanki. Katılır mısınız? Aşk şiddetinde bir alakanız var mı?
Evet var:
Yokluk.
17. "Biz"
adına yaptığımız genellemelerde birçok "ben"e kıyıyoruz bazen. Julia
Kristeva, biz kelimesinin gittikçe bir sorunsala dönüştüğü bu zamanda “biz”
yerine “benler”den bahsetmemiz gerektiğinin altını çiziyor. Ben ve biz
münasebetini siz nasıl kurarsınız?
Evrenselin kavranılması, tikel ben'in,
bağımsız olarak var olmadığının bilincine varmasıyla gerçekleşebiliyor.
Günümüzde sorun olan yasasızlık ve özellikle ülkemizi pençesinde kıvrandıran bu
vahşi hâl ile her bireyin hesaplaşması gerekir. "Boş ben" insanlık
tarihinin, düşünce tarihinin ve teknolojinin verdiği tüm imkanlarla kendini
kusursuz saklayabiliyor. Bu seviyede saklanan bir olgu ile hesaplaşabilmek için
onun kendini açık ettiği tek alanda uyanık durmaktan başka çaremiz yok. Bu aynı
zamanda, tikel benin evrensel benlik seviyesine çıkış anahtarıdır. Ancak o ben,
Biz belirleniminde kendini saklayarak kaldırandır zira daha üstün bir
"ifade" yolu bulmuştur.
Biriciklik Hırsı
18. Özel olma
arzumuz, otantiklik kaygımız "biriciklik hırsı"yla "kibir
güzellemesi"ne dönüşüyor çoğu zaman. Var olma sürecimiz; bir bebeğin
doğuşu, bir çiçeğin açışı, bir kuşun uçuşu gibi kendiliğinden olamıyor her
zaman. Kendiliğinden olanı ne tahrip eder sizce?
Acı çekmekten,
acziyete düşmekten, umutsuzluğa kapılmaktan, sevilmemekten, onaylanmamaktan
korkmak, kısaca: İnsan olma sorumluluğunu üstlenmeyi reddetmek.
19. "Biriciklik
hırsı" sonsuzun idrakini engelliyor. En olan'a sahip olmak hırsı, sonsuzu
sınırlı bir şeye indirgiyor. Sonsuz olan Güzel'i sahiplenmek, kendinden menkul
sanmak, birilerine yakıştıramamak, güzelin sonsuzluğu idrak edemeyenlerin işi.
Sonsuz, tek değildir. En değildir. Sahibi yoktur. Sonsuz, sonsuzcadır. Sonsuz
olan iyiye, güzele, doğruya, yüceye eşlik etmek; onu cömertçe paylaşmak bir tür
görgü. Güzele eşlik edip, güzellikle çoğaltmalı. Güzel, sonsuz çünkü. Güzelin
sonsuzluğuna inananlardan mısınız? Yoksa bir hududu var mıdır güzelin?
Sonsuz,
sonlu olmadan var olamayandır. Sonlu, yâni sınırlanmış olan, sınırında sonsuz
olanı da belirlemesi sayesinde sonsuzluğa katılandır. Güzel; sonsuzun, sonluda
seyridir; hem seyreden hem de seyredilendir.
Tesir Kudreti
20. Karl Jaspers ne güzel vurguluyor; "Ya kendim olmayı kazanmak için
tekrar tekrar yalnızlığı istemeye cesaret ederim ya da bir başkasının
varlığında eririm." Benlikler temas eder, tesir doğurur. Ama tesirin
ifratı taklit, başka bir varlıkta erimeye benzetilebilir mi sizce de?
Burası
en az iki katmanlı. Şöyle ki: Yalnız olamadığı için, başkalarıyla olmak ilk
katman. Milyarlar böyle yaşadığına göre, ilerlemesi tehlikeli bir durum var.
İlerleyenleri bekleyen tehlike, olguyu kendi idrakleri seviyesinde sabitlemeye
çalışmaktır. Yalnızlığı sevmesini önemseyen kişilerde hep bir böbürlenme
sezinlerim. Oysa, evimizin kapısından içeri girince, ayakkabılarımızdan önce
yüzümüzdeki maskeleri çıkarırız. Sonra, yani yalnızlık başladığında ya radyoyu
açarız ya televizyonu ya telefon ederiz ya bilgisayarın başına geçeriz ya da
kitap okuruz. Böbürlenmek, bu seviyeleri yarıştırmak demek. İlerlemek isteyenin
dikkat etmesi gereken şey; maskeli olduğu ve maskeyi çıkardığında da kendini
meşgûl etmek zorunda olduğudur. Kendiyle baş başa kalabilmek en zoru, çünkü
arsız zihnimiz devreye girer. Asıl yalnızlık zihnin artık haddini bildiği
durumda gerçekleşir. Yoksa dehşet bir kalabalık! Zihin artık bize saçma sapan
olayları getiremez, yüzlerce kişiyi odamıza boşaltamaz hâle gelir. İşte bu
yalnızlığı başarabilenler kalabalıklardan etkilenmez hâle gelir. Onlara olaylar
da pek etki etmez. Öfkelenmezler örneğin; hakarete uğrarlar ama onlar sanki
yalnızmışçasına tepkisiz kalırlar. Yukarıdaki "Biz"e kenara
çekilebilen "Ben"le katılabilenlerdir. O nedenle o duruş her dem
tanrısaldır.
21. Birbirinin
kopyası yüzler gibi, "iç ses"ler de birbirine benziyor artık.
Yazılarımız da ifşa ediyor ki çoğumuz kendi sesimizi; iç sesimizi kaybettik. İç
sesler birbirine karıştı ve "kolektif bir özne" elde ettik: Ben Dili.
Başka isimler, başka kimliklerle, başka yüzlerle; aynı şeyi, aynı iç sesle,
aynı üslûpla yazıyoruz. Güçlü ruhlar, çekici benlikler, şuursuz taklitler,
güçlü tesirler kendimizden uzağa düşürüyor bizi. Buna katılır mısınız? Sizin iç
sesiniz, yazı sesi sesiniz nereden geliyor?
Bilginin kolaylıkla ulaşılabilir
olmasından dolayı, bilgiyi edinip "satan" kişiler çok. Eğitim arttı,
herkes bir şeyler aktarabilecek, sunum yapabilecek seviyeye ulaştı. Yirminci
yüzyılın başında bilinçaltı ve onun işleri ortaya saçılmaya başladı. Psikoloji
gelişti ve sanatta buna paralel akımlar çıktı. Şeytan, neyi saklaması
gerektiğini artık çok iyi biliyor. Bu o kadar önemli ki! İnsan, bilindiği kadar
var olabiliyor, gelişiyor. Bu ontolojik "baskı" demem o ki
zorunluluk, bizi bilmemekten korkar hâle getirdi. Bir yandan da artık kolektif
bilincin etkileri yoğunlaştı. Pandemi döneminde ortak rüyalar gördüğümüz, ortak
kaygılar güttüğümüz ortaya çıktı. Arketipal "baraj bentleri"nin
açıldığına dair yayınlar yapıldı. İçine düştüğümüz çelişkiye bakar mısınız!
Aynı evde yaşayan ama sürekli rol yapan, kostümlerle dolaşan bir topluluk gibiyiz.
Bizi bu çukurdan samimiyet kurtarır. Bilmek değil de yapabilmek... Her düşünce,
RNA olarak kodlanıyor; her düşünce fiziksel bir oluş demek. Bilim sürekli uyarıyor
bizi ama anlamıyoruz. Bumerang misâli, ağzımızdan çıkan her sözcük, "var
oluş" alanına çıkarılmış olmanın sorumluluğunu üstlenmeye zorluyor bizi.
22. Gerçek
bir sanat eseri onu asla yapamayacaklarda hayranlık uyandırır, yapabilecekleri
ise kıskandırır. Picasso'ya atfedilen "iyi
sanatçılar kopyalar büyük sanatçılar çalar" sözü doğru mudur? Doğruysa
başka bir ruhun tesirindeki iyi sanat kıskandırabilir mi sahiden?
Çok değil,
daha üç yüz yıl önce ressamların resimlerine imza atmaları söz konusu bile değildi.
Sanatçı, Tanrısal olana aracılık eden bir araç olarak görülürdü. Öznel
özgünlük, eş deyişle ferdî hikmet dönemine girişle birlikte "Özne" ön
plana çıktı. Zorunlu olan bu çıkışta öznenin, kendini "boş ben"
olarak mı yoksa "evrensel birey" olarak mı temellendireceği
sorunsalının sanattaki yansımasıdır bu "kıskançlık" sorunu. Bu
düşünceyi, kavrama taşıma çabasında uğradığımız bir durak. Amma velâkin sanatçıya
kapris pek yaraşır!
“Etkilenme Endişesi”
23. Hayvanların
bölge belirleme durumuna "territorial pissings" deniyor. En arkaik
güdülerden biri olan aynı sahiplenme güdüsü insanda da var: İyi bir şeyi en
önce gören, bilen, fark eden olma atikliği ile zimmetine geçirip kendine mal
etme hâli. Fikirde, aksiyonda, sanatta "pişti olma korkusu" da aynı
sahiplenme dürtüsünden ileri geliyor. Keşfi zimmetine geçiren, kendisinin
sanıyor. Ait olduğu şeylere sahip olmaya ihtiyaç duymuyor oysa insan. Sanat ve düşünceye
dair olan şeyler sahiplenebilir mi sizce?
Sanat, özgün olduğu sürece
sanattır. Tinsellikten kaynaklanmayan şeye sanat denilemez. Bu, günümüzde sanat
olup olmadığı sorusuyla baş başa bırakır bizi. Sanat, toplumu derinden
etkileyerek, dönüştürebilecek kudrettedir çünkü sanatın kaynağı imgelem
yetimizdir. İmgelem yetisi, aklın nüfuz edemediği biricik alandır. Otoriteryen
rejimler sanattan bu nedenle korkarlar. Bu bölge, bilimde paradigma değiştiren
buluşların da beslendiği bölgedir. Buraya kadar kullandığım "sanat"
ve "bilim" sözcüklerinin önüne "gerçek" yazmak istedim zira
değindiğiniz sorun hakiki olmayanın, taklit olanın ortaya konulması aşamasında
ortaya çıkıyor. Sevgili dostum Metin Bobaroğlu hem olağanüstü bir düşünür ve
aydındır. Onun bir sözü kulağıma hep küpedir: "Koca Marks'ın "Artı
değer" koca Hegel'in "Aufhebung" ile katkıda bulunabildiği
literatüre yeni bir tanım ekleme çabasındansa, özümseyerek öğrenip (edim)
kendimize mâl edelim." Yeni bir şey söylediğini zanneden kişi biraz
saftır. Bireysel olarak "söylem"den ziyade "eylem"
döneminde olduğumuzu düşünüyorum. Kaprisli, kibirli "ben" bu devrin
kanseri. Uyanık durmak gerek.
24. Jung'un
"kolektif bilinçaltı" keşfinin en görünür pratiği güncel edebiyatta
olduğunu söyleyebilir miyiz? Kendi yörüngemizde olsak dahi zihin, his, gündem
akışımızı yazdıklarımıza yansıtarak kolektif bir bilinçaltı yaratıyoruz
hepimiz. Tesir kudretimiz, etkileşim gücümüze göre kolektifin titreşimini
belirliyoruz. Kolektif titreşimin, popülerin gürültüsü, hakim jargonların ve
bilindik var olma biçimleri arasında; bu kolektif gürültünün uzağında insanın
kendi sesini bulması ne kadar mümkün sizce?
Sonucu belirleyecek olan
niyettir. Bir deney gibi düşünelim: Deneyin, yöntemini belirleyen şey,
sonuçtur. İhlâs sahibi herkes kendi sesiyle konuşur. Bunu başarabilmek için,
kendi sesiyle konuşmamaktan muzdarip olmak da şarttır. Öyle değil mi! Yoksa,
neyi olumsuzlayacağız? Buna dinde "Lâ" felsefede "düşüncenin
olumsuzlanması" deniliyor. "Boş ben" ise kendini olumlama
peşindedir. Günümüzde ilişkiler, ağır bir "onaylanma" yükü altında
eziliyor. Alınganlık arttı; hatta yeni nesil için, snowflake tanımı
kullanılıyor. Bir kar tanesi denli dayanıksızız. Ruhsal durumumuz içler acısı;
zayıf psişelerle dolanıyoruz. Kolektif alan, kusar bizi bir yerde.
25. Her
benin kendi ekseni, kendilik yörüngesi var. Öz, kendi âlemimizin ana noktası.
Taklitle yörüngeyi kaybeder; tesirle eksenden uzaklaşırız. İnsanın özüne
varması, kendiliğini elde etmesi için eksenini ve yörüngesini çok iyi tayin
etmesi gerekiyor. Kendinizin ekseni nereye düşüyor?
Eksen söz konusu
olduğunda, bir nicelik devreye girer. Soyut anlamda da iki bölge belirlenimi
içerir. O nedenle, tesir eksenden uzaklaştırmaz diye düşünüyorum. Yörünge, bir
"ana merkez"e işarettir; eğer eksenin ayırdığı "kendi
başkam" ise, her tesir beni bana yaklaştıracaktır, yeter ki duygusal
alanımda yaptığı değişiklikleri samimi bir kalple takip edeyim. Eğer "ana
merkez" yalıtılmış kendilikte bulunuyorsa, bu, kişinin henüz bir sistemin
içinde yaşamını sürdürdüğünün bilincinde olmadığı anlamına gelir. Güneşin keşfi
gerekir, Dünya'nın sistemdeki yerini anlamak için.
Kendinin Kaşifi
26. Kierkegaard,
“yola çıkmak kendi benliğinin farkına
varmaktır” diyordu, siz ne zaman yola çıktınız?
Önceleri, "kendimden
bıktığımda" diyordum. Daha sonra, "kendim" olarak tanımladığım
şeyin sadece kimlik ve kişilik olduğunu idrak ettim. Bu bağlamda; her gün aynı
kaygı, mutluluk arayışı, dünyasal dertler ya da sevinçlerle uyanmaktan
bıktığımda diye revize ettim.
27. Ayn
Rand, her tür keşif yanılgısı için keşif zorunluğunu işaret ediyor: "Neyin doğru, neyin yanlış olduğunu nasıl
söyleyeceğini, kendi yanlışlarını nasıl düzelteceğini insan kendisi keşfetmek
zorundadır. Kavramlarının, hükümlerinin, bilgisinin geçerliliğini kendisi
keşfetmek zorundadır." Keşfetmek zorunda olduğunuz o şey neydi?
Yanıldığımız,
yanlış bildiğimiz. Ezberlerimizin ve temelsiz bir kendilik fikrimizin olduğu.
28. Herman Hesse “Bir insandan
nefret ederseniz, onda olan ve sizin de bir parçanız olan bir şeyden nefret
edersiniz. Kendimizde olmayan şeyler bizi rahatsız etmez.” diyerek
kendimizde kör olduğumuz yerleri işaret ediyor. Kendi karanlığımız ötekinin
yüzünde görünür bazen. Başkalarında katlanılmaz görülen o şeyler; insanın
kendinde keşfedemediği karanlığın öteki yüzüdür aslında. Karanlıklarınız
hakkında ne söylersiniz?
Karanlık
yanımın yaşamımda çeşitli biçimlerde ortaya çıktığını gördüm. En kuvvetli çıkış
biçimi öfke idi. Son derece kontrolcü bir insandım. Kontrolcü yanımın
korkaklıktan kaynaklandığını anladım. Aceleci yanım korktuğu için böyleydi;
sürece katlanamıyordu çünkü. Süreç dışarıdan belirlenmeye açık olmaktır. Sürece
yayılamaya izin vermeyince, süreç gelip bana yayıldı; korku, kalıcı kaygıya;
kızgınlık, öfkeye dönüştü.
29. En
çok taklit edilen şeylerden biri arzu, arzunun ta kendisi. Şuursuzca tesirinde
kaldığı insanların gizil arzularını arzulamak, onlara has, ait ve özgü olan
şeylerin tesirinde kalıp taklit fikirler geliştirmek kendinin kâşifi
olamayanların belirgin bir özelliği. Arzular, keşif ve kendiniz üzerine ne
söylersiniz?
Tahkik hâsıl oluncaya kadar taklit fenâ bir şey değildir.
Önemli olan taklit etmek değil, taklitte kalmaktır. Yaşam; süreçtir, devinir.
Taklit etmeyi istemek, hayret edebilme yetisinin olduğunu gösterir. Hayret
edebilen hayranlık da duyandır. Bilme süreci ve hatta düşünme böyle başlar derler.
Benim yaşamım aşkla doludur. "Kime âşık olmadın?" daha kestirme
sorudur. Aristoteles'e, Muhammed peyambere, Hegel'e, Atatürk'e, Hypatia'ya
aşığım ben; onları taklit ederek dönüşmeyi seviyorum.
30. İnsan
kendini özleyebilir mi? İnsanın kendini özleyebilmesi için o kendiliğe bir
vakitler olsun varmış olması gerekir. Peki ya kendi olamamış bir insan? O insan
neyi özler? Hasreti hep başkaya, başkalarına olan kendini özleyebilir mi peki?
Buraya
dek sıkça tekrarladım: Derdi kendiyle olanın başkasıyla ilgili sorunu, sorusu
kalmaz. Hakiki içe dönüş dışarıdakini kapsayarak olanaklıdır. Dışarıya bakıp
kendimizi değerlendirdiğimiz ara durum olacaktır elbette; ama bu durumun
kalıcılığı kibir getirir.
Var
olma Biçimleri
31. Bir
Vazgeçiş Sanatı: Bartleby Sendromu
Bir
sanatçıyı sanatını yaparken seyretmek, sanatın kendisinden daha sanat bazen.
Bir sanatçıyı, sanatçı yapan sanattan vazgeçmesi de sanat olabilir mi peki?
“Bartleby Sendromu” deniyor: Sanatçı ruhu, yeteneği, yaratma kudreti olduğu
halde çeşitli nedenlerden, nedensizlikten, nedenin ne olduğunun dahi
bilinmediği durumlardan dolayı sanatçının yaratmaktan vazgeçmesi hali. Sanatın
intiharı budur belki, yaratmaktan vazgeçmek. Yoklukta bir varoluş; vazgeçişin
sanatı. İnsan bir şeyi yapabilecek kudreti, istidadı, potansiyeli olduğu halde
yaratmaktan neden vazgeçer sizce?
Yaratmaktan vazgeçmek, "karar
almak" anlamına gelir. Bir sanatçı eğer karar vererek yaratım alanından
çıkabiliyorsa, "yaratım alanına hiç girmiş midir?" sorusu geliyor
aklıma. Yaratmaya belki de başka alanlarda devam ediyordur. Yaratamamaksa ayrı
bir sorun olmalı.
32. Varlıklar
adedince var olma biçimleri yok mudur? Var olma biçimleri varlığımızı da ifşa
eder mi? Her varlığın var oluşu kendine göre midir? Varlık ve var olma
biçimleri arasında kendi varlığınızdan hareketle siz bir bağlam kurarsınız?
"Varlık ve varoluş" görüşünü benimsiyorum. Fenomenler sınırsızdır.
Varolan, varlıktan nasibince varoluş alanına çıkar.
33. Ulus
Baker “dostum başka bir kendimdir ve onun erdemini gözlemlerken kendiminkini
görür ve tanırım" diyerek kendiliği dostça çoğaltıyor. İnsan kendisi
olmaya ve kendini bulmaya, ona kendini hatırlatan dostlarıyla da erişebilir mi?
"Her kuş kendi cinsiyle uçar" mı? Dostluk ve kuşların uçuşu üzerine
neler söylersiniz?
Baker'in tanımı İyi, Güzel ve Doğru'nun hakkının teslim
edildiği bir aşamaya işaret ediyor. Huzurlu bir tanım. Arkadaşlarımın, ben
dönüştükçe değiştiğine tanık oldum. Birlikte dönüştüklerim, benim için çok
kıymetli. Bazıları, alacağınız dersle yaşamınızdan çıkıp gidiyor. Baker'in
tanımı doruksa yolu yürürken işimize yarayacak karşıtını da söyleyelim o zaman:
"Dedikodusunu yaptığın, yaralarını deştiğin arkadaşının kanayan yarası
sende bir çizik olarak bile yok mu?" İsmail Emre, bu sözüyle "sende
izdüşümü olmasaydı, tanıyamazdın" demeye getiriyor.
34. Konforun
en fenası zihniyetteki değil midir? En güzel yola çıkış kitaplarından birinin
yazarı olan Ian Dallas, Gariplerin Kitabı’nda şöyle diyor; "Eğer
hakikati arıyorsanız, hayatınız asla eskisi gibi olmayacaktır.” Huzur
müptelalığı, dinginlik özlemi, ahlak bekçiliği, zihnimizdeki taşra… Hiçbiri
zihniyetteki göçü başlatmıyor. Tekâmül istiyorsak göçü de, seferi de, ıstırabı
da göze almak zorundayız. Siz ne zaman göç ettiniz?
Hatırlamıyorum.
35. Dişil
yazı, Feminist düşüncede bir var olma biçimi olarak varlığını koruyor. “Eril
Tahakküm”, Eril Şiddet’e karşı neler söylersiniz? Eril tahakküme karşı eril
şiddetin yöntemini kullanmak bir çözüm müdür? Yoksa eril tahakküme karşı yeni
bir dişil yöntem mi bulunmalı? Eril Tahakküm ve Hélène Cixous’nun Dişil Yazısı
bağlamında bu konuya ilişkin neler söylersiniz?
Kadın ve erkek imgesinde
yansıtılan dişil ve eril simgeler; Tinsellikte ayrılmaz bir bütünün
parçalarıdır. Karşıtmışçasına görünümleri aşılması gereken diyalektik sancının
bir ifadesidir. Diyalektik bir gerilim temelinde yaratılmış, oluşmuş bu dünyada
en hızlı ders beden dikotomisine rağmen ruhta tecelli eden karşıt yanın varlığı
olsa gerek. Bu bağlamda feministler eğer "dişil yazı"dan söz ediyor
ise bu bir oksimorondur çünkü yazmak eril bir faaliyettir. Kadın da erkek de
yazarken bir harekete angaje olunmuştur. Eril ve dişil olgusunu; bir merkez ve
bu merkezden kendine dönmek için başlayan harekete "eril" diyerek
yapılandırıyorum. Mitler ve dinler simgesel anlatımlardır. Simge çözmeye koyulmak, kendi
kitabımızı okumaya başlamak demektir. Tanrılar yalnızca erkekleri, Tanrıçalar
yalnızca kadınları simgelemez. Hades’in, zorbalıkla yer altına kaçırdığı
Persephone hepimizde içkin dişil yanımız değil midir? Simgeselliği çözerek, dişil yanımızla teması
nasıl sağlayabiliriz? Bedende üreme potansiyelini deneyimlediğimiz kadın-erkek
dikotomisi, ruhumuzda bizi bekleyen dişil yanımıza doğru bizi yönlendiren,
ruhsal döllenmeyi olanaklı kılan bir araç olabilir mi? Yer altının karanlığına
dalacak gözüpek bir kahramana ihtiyaç var. Epiphanius’ta geçer:“İsa,
Mecdelli Meryem’i bir dağa götürür. Burada İsa’nın bedeninin bir yarısı kadın
hâline gelir, onunla sevişir.” Kanımca, Feminizm tartışmalarının beden
anlatımları üzerinden yapılması artık geride bırakılmalıdır. Dişil yanımız,
geçici olmayan değerlerimizi temsil eder: Alıcı, anlayışlı, merhametli,
fedakar, sezgisel olanı. Erkek öznenin, içindeki dişil yanla buluşması özgüven
ve özgürlük anlamına da gelecektir. Kadın özneyse, halihazırda kendinde olanın
örtüsünü kaldırmakla sorumludur. Böylece kadın, modern toplumda, hem katılımcı
hem de yön verici özgün ve özgür birey olarak bulunuşunu taçlandırır. Akıl ve
gönlün birbirini tekzip etmeden biraradalığı pek de kolay başarılacak bir hedef
gibi durmuyor.
Kendilik Cesareti
36. Jean
Jack Rouesseau’nun Juvenal’dan alıp, yazgısına belki de mahlas seçtiği o tanım:
Vitam Vero Impendenti. Sözlükler bizi kandırmıyorsa “hakikat uğruna yaşamını riske
atan kişi” anlamında. Bedelini ödediğiniz bir gerçeğe eriştiğinizi düşündünüz
mü hiç?
Vardığım her durakta, değil bedel ödediğimi düşünmek ne kadar
bedelsiz yaşadığımı idrak ettim. Hiçbir karşılık beklenilmeden bana bahşedilen
bu yaşamı onurlu bir ölümle sonlandırmak; vefat ederek, "dönüş için
ahitleştiğim" vefa borcumu ödemek anlamına gelecek diye düşünüyorum. O ara
duraklarda bedel ödemişlik duygusundan daha çok, zihnim tarafından oluşturulan gereksiz
yüklerin atıldığı duygusunu yaşadım.
37. Kendini
hatırlamak… Kendinize, kendiliğinize dair hatırladığınız ilk şey neydi?
Var
sandığım kendimin, yalnızca bir zan olduğu idrak etmek beni sarsmıştı. İşte o
anda "kendiliğim" bana yokluğuyla göz kırpmıştı; dişil yanım.
38. Dücane
Cündioğlu’nun "Yaşamda en değerli
şey kendiliktir. Kendiliğinden mahrum olanların en büyük sorunu; değerli değil
önemli olanın peşinden koşmalarıdır" sözü faydalı, önemli ve değerli
ayrımına götürüyor insanı. "Faydalı, Önemli ve Değerli" olan
mukayesesini siz nasıl bir hiyerarşide konumluyorsunuz?
Etimolojik olarak bu
sözcüklerin ayrımını, onlara yüklenen bu anlamlarda bulamıyoruz. Her yazarın
kendi anlayışınca şekillenen, deneyimine göre biçimlenen öznel anlamlar
olacaktır kuşkusuz. "Kendiliğinden mahrum olmak" kendiliğime
ulaştığımda çözüme ulaşacak bir sorunsal; o hâlde yol ve yoldaki durakların
bize sunduğu ayrımlar var. Yoldaki, yolun sonuyla ilgili olarak diğer yolculara
yalnızca deneyimlerinden söz ettiği sürece makbûldür. Evde yalnızken, hakiki
anlamda yalnız kalmamak için bulduğumuz uğraşları hiyerarşik olarak sıralamak
ve birini ötekine üstün kabul etmekten söz etmiştim yukarıda. Bu da onun gibi.
Saltık'ta olumsuz yoktur. İşte bu da niyetimiz ölçüsünde değerlendirme
yapabilmek demektir. Yolun ara uğraklarını yüceltmek riskli. Yöntemi
belirleyen, sonuç olmalı, eş deyişle yokluğu ile şimdide var olan gelecek.
39. İnsan
bazen kendisi olmayı unutur. Korkunca. Kaybolunca. Kaybedince. Kendilik
cesaretini de kaybederse bir daha asla kendisi olamadan bir yabancı gibi özler
kendini. Kalabalık başkalıklar arasında. Bazen
kendimiz sandığımızı kaybetmeden gelemeyiz kendimize. Kaybettikçe sahip oluruz
kendiliğimize. Olmayandan, olamayandan, olmayacak olandan bahsetmek; oldum
demek için değil, olanın ahkâmını kesmek için değil, olması gerekenin hükmünü
vermek için değil. Olmak çabası sadece. Olamamak
hıncıyla her şeyi olan hiç kimse olmaktansa; her şeyini kendi olmaya sarf
edenlerden olmak; hınçsız ve kimsesiz: Olmanın Kendi Hâli.
Önemsenmeyen
ya da faydasız görülen değerlerin değerini yalnızca o değerlere sahipler
değerlendirebilir. O değere varanlara da eşsiz bir kudret bahşedilir: Kendilik
Cesareti. Yaratma
Cesareti (Rollo May), Olmak Cesareti (Paul Tillich / Kemal Sayar), Hakikat
Cesareti (Michel Foucault), Yazma Cesareti (Nihan Kaya) ve Kendilik Cesareti. “Kendilik
Cesareti” ifadesi bana ait olsa da benzer çok fazla kullanım var. Siz Kendilik
Cesaretini nasıl tanımlardınız?
Aynı şeyi dile getireceğim: Kendim
zannettiğimin bir zihin oyunu olduğunu anladığımda varlığım ihtilâca uğradı.
Cesur insan samimi olur; benim hayal kırıklıklarım var hakkında
konuşabileceğim. "Eskiden" böbürlenen Gülgün var bana kahkaha attıran.
Sorunuzdaki her hâl bir hedeftir. "Yol, muhataralıdır" İsmail
Emre'nin söylediği gibi. Önce eyleminde, sonra düşüncesinde huzura kavuşmuş
kişilerin söylemleri iddiasız oluyor. Benim hedefim, kendim olmayı sıradanlıkta
bulmak. Sıradan olduğunu anlamak, gark olunan bu acziyet şifa veriyor.
Düşüncelerimle baş başa kaldığımda, çekiştirdiğim, sinir olduğum, kusurunu
aradığım kişiler varsa ben kendilikten nasıl söz edebilirim! Düşüncemde herkesi
baş köşeye oturtup konuk edebiliyorsam söyleyecek iki çift lâfım olabilir.
"Kendi" tanımı "kendi başkası" tanımı olmadan eksiktir.
Hegel, özgürlüğü "artık kendi başkasının olmaması" olarak tanımlar.
Özgür insan mutlaka özgündür çünkü sıradanlığını kabul etmiştir.
40. Clarissa
P. Estes, Kurtlarla Koşan Kadınlar kitabında “Kendin olmak zor, yıpratıcı, tehlikeli ve riskli. Ama sana
dayatılanları yaşamaktansa o riske girmelisin. Unutma: hem kalıp hem
gidemezsin.” diyor. Napolyon ise “taklit
edilemez tek şey” diyor cesaret için. Şuursuzca tesirinde kaldığı herkesi,
her şeyi taklit edebilen insan cesareti taklit etmeye cesaret bulamıyor. Kendi
olma cesareti gösterenler bu yüzden çok az. Siz, kendilik cesaretine sahip
olduğunuzu düşünüyor musunuz?
Başka bir şey yapamamak cesaret ise, evet! Ben
başka bir şey yapamadım. Olmayan kendimi aramaktan vaz geçmeyi çok istedim;
çektiğim acıların dinmesini, zanlarımla yaşadığım bölgeye geri dönmeyi
yakararak diledim. Olmadı. Ben başka bir şey yapamadım. Cesur olup olmadığımı
düşünmedim.