Mayıs 25, 2013

ZM / N

sepya: babam, ben ve N'nin eli.
Yakından bakmak ne zor. Belki de doğduğumdan beri en aşina olduğum yüze; N’nin yüzüne. Aramızda 16 tane ay var ve ben doğduğu ilk günden beri o’nun ablasıyım.

*
Zorluyorum en eski resmi bulmak için, ama biberon kavgalarına kadar gidebiliyorum en eski. Abla kastındaki  “yayya”sı ve anneciğimin hala gülerek anlattığı “yayya, tavuklar altına yaptıklarında onları kim bezliyor” mealindeki meraklı sorusu. O 3, ben 4 yaşındayım, tavuklar ve bez problemini tartışıyoruz biz ve annem kapının arkasından gülerek bizi izliyor(muş).

Kocaman, çok güzel, kara gözleri var ve küçücük, zayıf gövdesi. -aslında dudağının sağ üst köşesinde türkanşoraybeni de var da, oralara girmeyelim şimdi- Gözleri hep sert bakıyor. En çok annemi seviyor, sadece annemi seviyor ve biz annemi paylaşamıyoruz. Biberonu, oyuncakları ve elbiseleri paylaşamadığımız gibi. Annem baş edemiyor bizle, karşılıklı yattığımız yatakta bir onun, bir de benim yanıma geliyor sayılar saya saya. 1,2,3.. 50, benim yanımda ve bir elli saymak sonunda o’nun.

Onun yüzük parmağında, benimse ilk vicdan azabım tanımlamasıyla içimde “iz” olarak kalan o anı var bir de. Annem, ben ve N. Gündüzleri ev üçümüzün ve annem bizle baş edebilmek için sürekli oyunlar icat etmek zorunda. Beraber çizgi film izliyoruz, bardağın yarısını şekerle doldurduğumuz buz gibi çaylar içiyoruz, annemi zorla “mahalle”ye çıkartıp bizi gezdirmesini istiyoruz ama yetinmiyoruz.
Annem mutfakta, biz televizyon karşısında. Ama N’nin annemi göreceği tutuyor şimdi. -Hatırlamıyorum ama aramızda tuhaf bir oyun, inatlaşma var. Ben üç seversem annemi o da üç sevecek ve bunun dışındaki her şey kavga sebebi olabilir- Annem bulaşık yıkıyor ve bizim mutfağa gelmemizi istemiyor. Bunu diyorum, bunu diretiyorum ama N’nin bebeklikten yeni çıkmış çocuk parmakları çok hırslı. Ve çocuk bedenim onunkine kıyasla daha büyük, daha güçlü. Kapının kilit yönü bende ve kapı arası yönü de N’de. Şimdi didişiyoruz, sesler artıyor ve ben direnişine sert bir cevap veriyorum. Birden kapıyı tüm gücümle kapatıyorum. Sonrası? Sonrası kan ve çığlık.

N’nin küçük parmağı kapının arasına sıkışıyor ve minicik de olsa dokusu kopuyor. O kadar çok kanıyor ki ben sadece şaşkınım.. Ve suçlu. Anneciğim telaşlı, ne yapacağını bilmez halde ve bir solukta hastanedeyiz. Sonrası? Sonrası o’nun yüzük parmağındaki nişan ve o yaşta dahi sıkıntısını hissettiğim vicdan azabı. -Ömer Seyfettin'in Kaşağı'sından etkilenmemin bile arkasında bu olay-
Sonra işler değişiyor ama. N beni dahi koruyacak hale gelecek kadar güçleniyor. Tipik ama erkek çocukları bile döven, uyumsuz ama hala en çok annesini seven sert bakışlı küçük kız kalıyor.
*
N’nin de, benim de bebeklik resimlerimiz yok ve en eski resim tarihimiz 1995’e kadar gidiyor. Niyetim O’nu yazmaktı ama giriş kısmında kaldım hala. O zaman bu hiç değilse girizgâhını yaptığımız denemeyi o fotoğrafın anısıyla bitirelim.
Çocukça diretmelerle babacığımı ikna ediyoruz ve 1995’in yaz temizliğinde fotoğraf çekilmeye gidiyoruz. Resmin geneli hüzünlü ama ben sadece bir kısmından bahsedeceğim. N’nin, benim ve babamın elinin göründüğü o kısımdan.
Babam oturakta ve yanlarında çocukları pozunun öndeki iki küçük figürüz resmi, bu. “Daha küçük torpili” bir kez daha işe yarıyor ve babam –ona belki de en düşkün çocuğu ben olduğum halde- kucağına beni değil N’yi alıyor. Ama ne olur ki, bir bacağına beni, bir bacağına N’yi oturtsa! Diyorum ama olmuyor isteğim. Aklım hep burada, huzursuzum ve fotografçı beni uyarıyor, ışığa bak, bana bak diye. Ama o an’da ben yine içimi huzursuz eden şeyi düşünüyorum, öteye bakıyorum ve elimi oturmak istediğim yere, babamın bacağına koyuyorum. Kucağında N olsa bile, bacak hakkının aslında benim olduğunu belli etmek için.
*

Bunu uyduruk bir nick’i karşılasın diye -en sevdiklerinden olsa gerek- aklına düşmüş ve nick yaptığın o şarkıya hürmet için yaptım ama bu neredeyse bir buçuk saatimi alan şeyi "freefallin" dileyerek yazdım ğuzuu. Belki bakarsın da, okursun diye.

“Oluyor mu?”

Cenab.

2013, Mayıs 25.
Gece.

Mayıs 24, 2013

Ketumi'nin Türküsü


 
Ermeni türküsü.

Djivan Gasparya &  Erkan Oğur / Volor Molor(Yar'dan Gelen Haber)

*
-Volor Molor’un her yerine sinmişsiniz efendim.
K: Bu güzide eser ile anılmayı iltifat addediyorum.

-Sizi, Moksuf’u, Edire’yi ve kendiciğimi anımsatıyor efendim. Erkan bey’in son kısmı diyecek söz bıraktırmıyor ve korkarım arkanızdan dinleyeceğim ilk şey bu eser olacak.

K: Belki önce biz sizin arkanızdan bir şeyler dinleriz efendiciğim.
-Sizi gömerim gibi geliyor ve Moksuf’un tepesinden Edire’ye bakıp ağlaya ağlaya dinlerim gibi.

Mayıs 22, 2013

Kimsenin olmadığı, beni görmediği, ilkokuldaki mutlu pikniklerin yeşili bu yerde, batan ikindi güneşinde, elimi başıma dayayıp, kımıldamadan "sonsuzluğun eşiğinde" saatlerce oturabilirim.

Heidi, Şekerkız Candy, mutlu kırlar; çocukken izlenen salak ve çok güzel tüm bu pastoral sahneler bulanık bulanık ve bu rüya-masal müzikleri eşliğinde sonsuza kadar kımıldamadan durup ölebilirim.

Zag. / İkindi.

Mayıs 19, 2013

ZM / Toprak

2009, Şubat'ta başlamış, 2013 Mayıs'ta bitmiş "Toprak" denemesi.

Toprağa atıldık. Ve büyümeye başladık. Sonra içimizdekileri dışımızda gösterdik. Yani neysek onu büyüdük. Toprak bizi şekillendirdi, nereli olduğumuzu söyledi. Bazen çorak oldu, kısıtladı ama güneş, yağmur armağanlar oldu daha’lar için.

Doğduk. Ve olgunlaşmaya başladık. Sonra ruhumuzu tavrımızda gösterdik. Yani neysek onu büyüdük. Çevremiz bizi şekillendirdi, nereli olduğumuzu söyledi. Bazen ufkumuzu daralttı, tiplere hapsetti ama lütuflar gayretler armağanlar oldu daha’lar için.

Bu klişe tema başlangıç için kâfi. Tohum, toprak ve gökyüzünden gelenler. Ya da insan, çevresi ve ona verilenleri. Bu iki grup az sonra yazılacaklar için birbiri içinde bağdaşmalı ve gayet muntazam bir uyum göstermeli.

Ne olduğunu, neden olduğunu ve nasıl olduğunu irdeleyen, bilmek isteyen (çünkü sadece bilmeyi sevdiği içindir) soruların başlangıç için olması gerekenler. Çünkü sen büyüyeceksen; büyüyeceksin ve nihayetinde kim olduğuna geleceksin. Keşfin ruhunda başlayacak sonra olgunlaşacak. İlerlersen ve sana verilirse keşfini tamamlayıp toprakta biteceksin.
2009, Şubat

*
Ben hep zannederdim ki tohum’dur asıl olan. Tohumu iyiyse ve güzel, muhakkak patlayacaktır bir yerlerden kendi ağacımızın. Ve tohumun niteliğidir ağacı ağaç yapan. Ve ben hep sevinmiştim tohumuma, rengine, dokusuna ve niteliğine.

Ama yanıldım. Çünkü toprağın kararlı,değiştirilemez, o sert gücünü yıllarca yok saydım. Toprağı ve mahiyetini öğrenemedim. Mütevazı, kararlı ve yerli yerinde, hiç sağlam olamadım, duramadım. Çünkü hassas, zayıf ve salaktım.


Topraktan yaratıldım, pişmiş çamurdan; alak! Ama ben başlamam gereken ilk yeri bilememişim ki. Toprağa baksaydım hikâyemi görecektim, aslımı ve mahiyetimi. Ama ben tüm bu zamanın veletleri gibi ateşe, ateşten yaratılana içten içe imrendikleri gibi göz diktim. Ukdeli bakışlar parlattım gözlerimde. Yetmedi içimdeki ateşi ayan ettim, uzağımdaki alevlere imrenip içimde kara ateşler büyüttüm. Kara ateşi, ah o çaresiz kıskançlığımı.
Su’yum geldi imdada ama buharlaşıp uçtu o da. Hava’mda yeller esti ama o da serinletemedi. İçimi serinletecek tek bir şey bulamadım.

Bir türlü patlayamamış –Sezen Aksu’dan geliyor, aaç, kardelen aaç- hala cenin uykusunda bekleyen tohumum, filizlenmeni, yeşillenmeni beklemiyorum artık. Ağaç olman gibi bir düşüm de yok. İstersen o mahiyetini bir türlü anlayamadığım toprağın altında sonsuza kadar kal. Geber. Belki gübre olursun.
Şeytanın dahi çamur diye horladığı, kendi ateşinin yanında çorak ve değersiz gördüğü mahiyetim, seni anlayamadığım müddetçe bir .ok olmayacak benden.

Toprağın çorak’sa, suyun az’sa ve havadan, güneşten yana nasibin kesikse ve ateş’lere atılamayacak kadar aşktan uzaksan sakın ağaç olma düşü kurma içinde.

Çeneni kapat ve sonsuza kadar bekle içinde. Çorak toprağının, memleketinin ve de içinin, içinde. Seni ol(a)madığınla sınayan, belki de toprağın mahiyetini anla diye gömen Zat’ının izzetine.

*
Ah.. Aklıma dindar ama çorak gençlerin pek sevdiği, ah benim de ufakken sevdiğim Necip Fazıl mısrası düştü, şaka gibi, inadına düştü şimdi.

Google’den bulup, iğneleyelim güzelce;
Tüm bu mızılamalara Necip Bey’in o kendinden pek bir emin sesi, tane tane söylüyor;
Tohum saç, bitmezse toprak utansın!
Hedefe varmayan mızrak utansın!


*
Kendi’mi, ben’imden başka acıtacak; yoktu iç’imde.
2013, Mayıs 19.
Gece.

ZM / Ama

 
1 şey, her şey olamaz. Ama bu post zamanın insanının istediği ilk şey her şey olmak. -Ehad & Vahid- Her şeyden biraz almak. Müziği bile her türden dinler mesela, her türden arkadaşı olsun ister, ah o evrensel ve tüm “alt” kümeleri kapsamak ister.
 
Fazla renkli olmakla övünüyorlar, hatta bunu bir kültür ayıracı sayıyorlar ama ya cümbüşse renkleri? Rengârenk diye umduğumuz, gururlandığımız ya çirkin bir cümbüşse? Ne yuvarlak bir zaman. Ne kadar top. Gri.
 
*

İnsan bazı şeyleri sevmez. Zerre aidiyet hissetmez ama o bazı şeylerle haşırneşir olmak zorundadır. Mesela? Mesela tüm bu zamanın herşeyci çocukları. Ve onların tıklımlaştığı şehirleri.

Beşiktaş’ta bir estetik merkezi ve artık gittiği her yerin yabancısı naçiz bedenim. Ah ne güzel temaşa. Can sıkıntımı def etmek için elime aldığım “Class” isimli bir dergi ve onun sayfaları. Belki sahip olmak için neler verdikleri sıfatlarıyla CEO’lar ve neredeyse aynı yüze sahip kadınları. İnsan bazen kıskanmaz. Bazen her şeyi kıskanır ama bazen tekbir şeyi kıskanmaz. Baktığım yüzlerin tekini dahi yakışıklı bulamamamın, “kadınlarını” kıskanmamamın ve hiçbir zaman ‘çok zengin’ olmak istemememin cevabı.

*

Ne inkâr edebiliyoruz mertçe ne de gidebiliyoruz bir doğrunun doğruca peşinden. Hükümlerini yapmıyorsak, ne anlamı var Müslüman olmanın. Ya da ‘bankacı’ olacaksak ne anlamı var sosyalist olmamızın, meydanlarda bağırmamızın.

Emir varsa neden itaat yok?
Ve emri tasdik ediyorsak neden emri seçim yok?
Namaz farzsa niçin kılmıyorlar Müslümanlar?
Ya da niye devleti alaşağı etmiyorlar anarşistler?

Ben böyle miyim, böyle olabilir miyim? Bir doğruyu seçip ona dayanabilir miyim? Dayanabilirsem, yaşayabilir miyim?

Ama. Ama. Ama, değil mi.
Ah bizim yazgımız sonsuza kadar ama demek, değil mi.

Belki içimdeki hazımsızlıkla yazıyorum, hayır inkâr etmiyorum ama sahtekârca, sahtekârca Allah’ım.

 
2013, Mayıs / İst.

Sen Aydınlatırsın Geceyi

Afiş sloganı güzeldi. "İnsan endişeden yaratılmıştır"














Sinemalarda gösterime girmeyen ama ne kadar şanslıyım ki okulcuğumda da galası yapılan Onur Ünlü'nün "Sen Aydınlatırsın Geceyi" filmi -hakikaten ne anladım bilmiyorum ama- fena değildi. Fotograf karesi sahneleri ise gayet güzeldi. -Cemal'in Shakespeare'den filme adını veren şiiri okuduğu sahne başta olmak üzere, gökyüzü, kuşlar ve tarlalar sahneleri-

Aklımda ne kalmış diye bakıyorum da, ilki Cemal'le Yasemin'in gazoz içeriz masası'nda, hapları içip, uçuyorum sandıkları -hakikaten de uçtukları- aşık olma an'ından hemen sonraki kusmak sahnesi, ikincisi kandan gözyaşı döken adam, üçüncüsü kitap satan kızın kollarına düşmek üzerindeyken Cemal, gökler'den gelen taş yağmuru, elleri tabanca olan adam, gök'ün sırlı halleri... -çokmuş-

Film sonrası Onur Ünlü'nün soru-cevaplardan oluşan söyleşisi ise "tipik"ti. Hakikaten de haklı, eserleri ve sahiplerini, eserlerden bağımsız düşünmek gerekiyor, çünkü eser sahibi olarak umursamaz üsluplu, o tipik saç-baş karıştıran halleriyle tipik sanat yönetmeni havasındaki, hep farklı hissettiğine/anladığına/konuştuğuna içten içe inanan ama farklı olmaya çalışmadığını ısrarla belirtmeye çalışan o adam'a bir türlü sempati duyamadım çünkü.

*

Bunu etrafımdaki hevesli kalabalığa, hallerine, sorularına yoruyorum ve hatta "yenilmiş kıskançlık"tan kaynaklandığını seziyorum ama bazen hiçbir şey olmak istemiyorum Allah'ım.

Mayıs 14, 2013

An II

Belki bir saniyedir. Belki beş saniye sürer. Belki hiç geçmiyormuş gibi geldiğinden "süre" hesabıyla beş dakikayı da bulandır.

Kısaca hesaplanamazdır. Hesaplanmanın akla dahi gelmediği zam'andaki donmuş resimlerdir. Bu yüzden mi fotograf an'ı saklar? Bu yüzden mi ölüm an'ıdır, aşık olma anıdır, rezil olma an'ıdır.

Mesela mı?

*

Mesela Midyat'ın sabun ve baharat kokan sokaklarının birinde karşıdan tüm bir uzaklığı ve karalığıyla gelen o adam'la karşılaşma an'ı.

Birdoksan boylarında, siyah keten gömlek, siyah keten pantol ve siyah kipa giyinmiş, beyaz tenli ve uzun, kızıl, kıvırcık saçlı o museviyle karşılaşma an'ı. -rezmen itiraf.com tasvirlerine benzedi allam-

Başımda soluk kiremit rengi şalım benim, onun başında siyah kipası, iki semavi dinin "sembolleri" -buraya kinaye- başımızın üzerinde -buraya mecaz- birbirimize uzak ve çekingen bakış an'ımız.

Kuple XIII

"öbür dünya cennetini
kursam kendi içimde

sonrası rüyalar, 
rüyalar
rüyalar..."


MFÖ / Rüyalar

Tanımlar XXVI / Ayrılık

Martin Heidegger, Sartre, Jaspers, Beckett ve Erich From gibi düşünürler insanın yalnızlığından söz ederler ve derler ki yalnızlık, günümüz insanının felsefe, sanat ve edebiyatının ruhu haline gelmiştir.

Ancak ben bu temel duygumu dile getirmek için yalnızlık kelimesini bir terim olarak seçmekle hata ettim. Yani benim söylemek istediğim şeyin Sartre'nin, Heidegger'in, hiççiliğin, modern saçmalığın ve hatta günümüz Batılı varoluşçuluğun söylemek istediğiyle aynı olmadığı için, onların etkisi altında yalnızlık(solitude) kelimesini kullanmamam gerektiğinin farkına varamamıştım. Ben hayat felsefemde ve antropolojimde bu temel duygumu ifadeetmek için "ayrılık" kelimesini seçmeliydim.

Ali Şeriati / Dua
"Yalnızlık mı, Ayrılık mı?"
(syf: 58)

*

yalnızlık değil bu, ayrılık. çünkü ait olduğum bir yer var. ait olduğum yer bu dünyada yok diye, yalnız olmam, olsa olsa ayrı düşmüş olurum. o halde içinde olduğum durum için yalnızlık değil, ayrılık kelimesi kullanılmalı, çok doğru.

Mayıs 07, 2013

Tanımlar XXV / İhtiyaç

İnsan hayatı boyunca kazandıkları ölçüsünce değil, aksine hissettiği ihtiyaçlar ölçüsünce insandır. Her insanın yücelik ve olgunluk seviyesini, duyduğu ihtiyaçların yücelik ve olgunluk derecesiyle, kendisinde duyduğu eksikliklerle tamı tamamına ölçmek mümkündür. Yani kimin ihtiyaçları daha mükemmel, daha yüce ve daha gelişmişse, o daha çok insandır. Küçük insanların ihtiyaçları küçük, büyük insanların ihtiyaçları büyüktür. "Zengin olanlar daha çok muhtaçtır." ince hakikatinin anlamı burada ortaya çıkmaktadır.


Ali Şeriati / Dua
(syf: 54)

.: poğaça tarifi :.


resim;
























"sevimli bebek resimleri" arşivinden fırlama bir resim değil, zinhar. bebek resimleri arşivim falan yok.

bu başka bir şey. bu tam anlamıyla poğaça tarifi.
tombiş parmakların "peace" işareti yapması yoksa kolların mayalı hamur pofudukluğunda durması mı bilemedim ama bu başka bir şey.

Mayıs 05, 2013

Kuple XII

"yerle gök arasında
bir yerdee

...

ah bu ben, kendimi
nelere koşsam
saklansam bir yerlerde, gizlice ağlasam"

*

her bir mısrasına güzellemeler hak eden bir "ben" şarkısı.
hem ben, hem de ben'in şarkısı.
aşk şarkısı değil, yol şarkısı değil. hüzünlü, gamlı hiç değil. kendi kendine söylenen bir ben şarkısı.

 nefsi levvame makamında Mazhar Alanson söylüyor; Ah Bu Ben.

Mayıs 03, 2013

Mayıs 02, 2013

Şerh Edilmiş Şarkılar IV / Teoman, Ne Ekmek Ne De Su

 

Kara gökyüzü ve kara deniz manzaralı gece yarılarından birinin keşiflerindendi o da. Bir şarkının aslında bir münacaat olduğu keşfi. Bir ölümlüye yazılmıştı belki. Ama benim için tam anlamıyla o an’ın şarkısıydı.

19 yaşındaydım. 9. Katında bir terasın, bir gece yarısı, üzerimde eski, kara, kapşonlu montum, yarasa, karga gibi hissederken halimi, terası turlaya turlaya dinlemiştim ve demiştim; bu şarkı bir ölümlüye yazılmış olamaz.
 
*

“Uyanıver gökyüzüyle sonsuzluğa”

(Sözlerin arkasındaki müzik çok güzel. Soluk alıp-vermeyi anımsatıyor. Ya da daha tanıdık bir ifadeyle bir hasta’nın iniltilerini. Gökyüzüne bakıyorum, yıldızlara bakıyorum. Sonsuzluğun yanıp sönen o milyonlarca ışıklarda parıldadığını seyrediyorum.)

“Unutuver hatırlarsa ellerin”

(Duaya bir atıf mı?)

“Süzülsün dudaklarından yıllar boyunca
Son bir nefes, acın katlanınca

Bana yoksun biliyorum
Usul usul eriyorum
Kararıyor gözlerim
Yorgunum”

(Yeisteyim. Her şey çok kötü. Belki vize tarihlerini dahi unuttuğum, umursamadığım günler. Sözlerdeki acınası ve tam anlamıyla hasta ifadelerde rahatlıyorum ama. Düşkün olmaktan tuhaf bir zevk duyma aşaması. Mazoşist ama soylu, halinden memnun ıstırap.)

“Yığılır kalır yüreğim dolu, gözlerimde
Tar atar deniz, geceler indiğinde”

(Gökyüzü bulutlu. Gözler bulutlu. Üzerinde ışıklar oynaşan denize bakıp, şarkının bu an için yazıldığı hissi. Kendimi o an’da kaybediyor hissi. Gecenin soğuğundan ve kara’lığından hoşlanma hissi.)

“Ne ekmek ne su
Sensizlik korkusu
İstemem yeter ki sen
Yanımda ol yeter”

(Belli değil mi. Aşikâr değil mi.)

*

Artık böyle şeyler hissedemiyorum pek. Bulutun ve yağmurun ikliminden koptum da bir hayli. Ama güzel. Bu şarkıyı her duyuşumda, rastgele modundan her çıkışında, o içinde zerre beşeriyetin olmadığı, adlandıramadığım tuhaf bir aşk halinin olduğu o “keşf geceleri”ni anımsamak güzel. O yaşım, o halim ve tek’liğim güzel. Çok güzel.

Belki, teklif etseler, sonsuz’a kadar, o an’da kalabilirdim. Mümkün olabilseydi.

Mayıs 01, 2013

.: ah :.


Kuzey'den Güney'e gitti Keşfsever. İbrahim'in Nemrud'unu gördü, mest oldu. Nemrut yolundaki, ilk anıt mezarda A'yı buldu. Sevindi. Sonra Fırat'ta durdu. Su'yun güzelliği, serinliği yeterdi ama köprünün bacakları o'na cömert davrandı; H'yi hediye etti. Çocuk gibi sevindi. Sonra, Mardin, Hasankeyf devam etti. 3.günün sonunda sıcağa daha fazla dayanamadı, tam da bir Kurban'a yakışacak şekilde sürekli burnu kanadı.  

ve Keşfsever'in elinde Şark'tan, Güney'den iki harf kaldı;

AH. 

Nisan 25, 2013

Tanımlar XXIV / Uzak

demek çiçek gönderdiler sana. üzüldüm. odanda duruyor, öyle mi? dediğim gibi, odandaki dolap olsaydım, güpegündüz, birdenbire çıkıverirdim odandan. o çiçekler soluncaya değin dışarda durudum hiç değilse. hoşuma gitmedi. her şey o kadar uzak ki.


Franz Kafka / Milena'ya Mektuplar

Hased

Kirill de tıpkı Salieri gibi hasedin yiyip bitirdiği adamdır. Tanrı’nın adil olmadığına inanıp manastırı bile terkeder. Sadece manastırı mı, inancını da.

Kendisi o kadar çalışıp çabaladığı hâlde bir başkasının onun zorlukla yapabildiklerinin, hatta yapamadıklarının bile kolayca üstesinden gelmesine katlanamaz. Kendisi zor belâ adım adım yürürken, bir başkasının uçmasını hazmedemez.
Yaşamın kendisine bağışladıklarından razı olamaz. Gözünü mahrum olduklarına diker. Hased eder.
Rublev’e.
İhbar eder. Onu yok etmek ister.
Tanrı’nın adaletinden kuşkulanmanın adıdır hased.

Kifayetsiz Muhteris


Zavallı Salieri önce teori dedi. Önce akıl. Önce nazariye.
Önce çıkayım, sonra nasıl olsa inerim dedi.
Peki ya yaşam sevinci?
Görmedi. Yaşamadı. Hiç bilmedi yaşamın kendiliğinden düşünceye ve sanata kattığı/katabileceği sevincin ne olduğunu.
Ahengini Cebir’e vurdu. Müziği bir kadavra gibi kesip biçti.
Teoriyi avucunun içine alırsa yaşamı zihnin dizgelerinden üretebileceğini sandı.
Sanat, yani yaşam sözkonusu oldukta çaba kadar yeteneğin de sanatçıya o sıfatı bahşettiğini anlayamadı.
Anladığında ise istidada düşman oldu. Dehaya. Mozart’a.
Hasedi celbetmek için dehasından başka hiçbir suç vasfı olmayan Mozart’a.
 
Salieri çabanın, gayret ve azmin sembolü. Bir kifayetsiz muhteris.
İstidadından fazlasını taleb eden kibr-i mücessem. Elindekine razı olmayan.
Bu yüzden hased ateşinde yanan, kavrulan bir çiğliğin sembolü.

Nisan 24, 2013

Tanımlar XXI / Şişkolar

Bu dünyada, işlerini sıskalardan daha iyi görüyorlardı! Sıskalar, daha iyileri bulunmadığı için kullanılmaktadırlar ve kolayca yer değiştirilebilirler; bunların önemsiz, belirsiz bir varlıkları vardır. Buna karşın göbekliler, daima sabır ve sağlam makamlarda bulunurlar; postlarını bir yere serdiler mi hemen etkili ve geleceği parlak şahsiyet olurlar; bulundukları makam sarsılmaz ve sarsılsa bile onlar düşünmezler, gösterişi sevmezler; suratları sıskalarınki gibi özenli bir şekilde tıraşlı değildir ama keseleri daima tanrısal bir bereket ve bollukla doludur. (...) sonunda göbekliler, Tanrı'ya ve Çar'a hizmet ettikten sonra, büyük bir saygınlık kazandıkları resmi görevlerini bırakırlar, yer değiştirirler, emlak, arazi sahibi olurlar. Bunlar; o zaman, refah içinde yaşayan gayet konuksever, yüce gönüllü asilzadeleri namını alırlar.

Gogol / Ölü Canlar
(syf: 10-11)

*

yıllar evvel süpermarketten 3-4 liraya aldığım eşsiz çevirili(!) -yine de okuyorum, burun kıvırmıyorum- bu nadide eser şüphesiz ki "şişkolar" üzerine az bile söylemişti. madem şişkolardan girdik söze, o zaman biz de zarif, narin, ince, zayıf ve son olarak sıska kelimeleri üzerine bir iki cümle edelim. karakter tahlili ve ruhsal boyutuna girmeden ama.

zarif / narin / ince / zayıf / sıska (hoştan nahoş'a ilerleme kaydediyor)

zarif : ölümlü insan bedeninin en güzel hali. ince, uzun ve düzgün iskelete sahip beşerlerde görülür, seyr edilir. fazla söze gerek yok.

narin : başta "genç kız"lar olmak üzere genç yahut çocuksu insanlara yapılan yakıştırma. zarifin keskinliği ve ihtişamından uzak. gelincik çiçeği'ne söylenmiş gibi.

ince : zayıflık ve zariflik arasında kalmış, ne itici ne de çekicilik kazanmş bedenler için. zarif'e daha yakın.

zayıf : haline zariflik, narinlik ya da incelik vurmamış bedenler için. olması gereken hale henüz gelmemiş, eksik kalmışlar için. hoş olmayan incelik.

sıska : çirkin inceler. abartık(?) zayıflar.


-evet. biraz saçmaladım-

Nisan 20, 2013

Kuple XI

"her şey bir rüya olsa,
unutarak uyansam."

Tanju Okan / Öyle Sarhoş Olsam Ki

*

benim içkim; uyumaktı çünkü.
uyuyunca insan, unuturdu çünkü.
amaçsız ve niçinsiz bir yaşamı umursamamanın en pasif yoluydu çünkü.
uyuyunca insan kaçardı çünkü.
"kâbusa dalmak pahasına"


(tırnak içi: ismet özel : of not being a jew)

Nisan 18, 2013

Tanımlar XX / Kapı

bazen, karşılıklı iki kapısı olan bir odamız varmış gibi geliyor; ikimiz de kendi kapımızın kolunu tutuyoruz, birimiz gözünü kırpsa, diğerimiz kendi kapısının ardına kaçıveriyor ve ilki tek bir söz söylemeye kalksa, ikincisi kesinlikle çoktan kapıyı arkasından kilitlemiş ve gözden kaybolmuş oluyor. kapıyı tekrar açacak, çünkü bu belki de insanın terk edemediği bir oda. ilki ikincisine bu kadar benzemese, sakin olsa, ötekine bakmıyormuş gibi davransa, odayı sanki herhangi bir odaymış gibi yavaş yavaş düzene sokacak; ama bunun yerine, o da kapısının orada aynı şeyi yapıyor, hatta bazen ikisi de kapılarının arkasına saklanıyorlar ve güzelim oda bomboş kalıyor.


Franz Fafka / Milena'ya Mektuplar
(syf: 52-53)

Tanımlar XIX / Mektup

(Prag, Mart sonu, 1922)

"...mektuplardan nasıl nefret ettiğimi bilirsiniz. hayatımın bütün mutsuzluğu -bunu söylerken niyetim yakınmak değil, genel bir bilgi mahiyetinde saptama yapmak- mektuplardan ya da mektup yazma imkanından ileri gelmiştir diyebilirim. insanlar beni bugüne kadar hiç aldatmadılar ama mektuplar hep yaptı bunu; üstelik başkalarınınkiler değil, kendi yazdıklarım.

...mektup yazma imkanının basitliği -sırf teorik olarak bakarsak- ruhların korkunç sarsıntısını getirmek bu; üstelik sadece mektubun yazıldığı kişinin hayaletiyle değil, insanın kendi hayaletiyle de ilişki kurması.

...uzaktaki bir insanı düşünebilir ve yakındaki bir insanın elini tutabiliriz, geri kalan her şey insan gücünü aşar. ama mektup yazmak hayaletlerin önünde soyunmak demektir, ki onlar da aç kurtlar gibi bunu bekler zaten.

...Bayan Milena, yazmayı belki de en sevdiğim kişi sizsiniz."


Franz Kafka / Milena'ya Mektuplar
(syf: 293-294)

*

bazı kitaplar ne kötü.
kaç senedir aklımda olduğu halde okumadan vurulacağımı bildiğim halde okumadığım, ertelediğim bu kitabı okumak ne kötü.

Nisan 10, 2013

ZM / Ama(ç)


"Bir taş at
Bir taş daha at
Bir şiir ateşle"
Bugün 14.00’de vizem var. Ama vakit var hala okumaya, son gün notlarını. Saat neredeyse bir buçuk. Demek ki yaklaşık on saatim var. Ohh.

-Tembelliğe Övgü: 16. Yaşımdan beri ödev yapmıyorum. Sınavlara son gün çalışıyorum. Test çözmekten nefret ediyorum. Müzik dinlemeden ders çalışamıyorum. Çalışma masasında maksimum 40 dakika kalabiliyorum. Ertesi gün ki 2 vizemi “unutmuş” ve bunu tesadüfen öğrenmiş insanım.-
Allam allam biliyorum yine mızılayıp gideceğim, yapabildiğim tek şeyi yapacağım ama biraz farklı bu sefer. Sayfaları, yılları bu hisle doldursam da farklı bu sefer.
Depresyon, atalet, genetik şanssızlık bunlardan değilse eğer, ben de bir sorun var Allah’ım. Çünkü Camus’un sorduğu sorudan kurtulamıyorum şu an. Hakikaten değer mi yaşamaya. Bakınız, hakikaten depresyon, genetik şanssızlık, aşk acısı, taşra sendromu değil bu. Bu sorudan kurtulamıyorum. Yaşamın yaşanmaya değer olup olmadığını sorgulamak, intihar etme eğilimi velhasıl kelam depresyon belirtisi mi illa? Yaşamaya bayılmak mı normal olmak?
Düşünüyorum. Yemin ediyorum düşünüyorum. Ve bir neden bulamıyorum. Kazanacak bir şey yok. Bir yarış yok. Yenme isteyim yok ya da. Belki de var ama yarışa atılma atikliğim kalmadı artık. Tamam, kazanmayı zaten boş ver. Amaç? Niye bulamıyorum ki içimi delirten bir amaç? Niye fanatiklere dahi bahşettiğin o tutkudan vermiyorsun bana? Malcom X’in hırsından istiyorum, bilmem hangi sanatçının tutkusundan istiyorum. En deruni adamların hislerinden istiyorum.
Ama, ama. Benim kelimem bu; ama! Hırs, ukde ve hasetten başka duygu kaldı mı artık hissettiğim? Tazecik, yaban gülüm benim, âşık ol o zaman. Pıt pıt atıversin kalbin. Hava zaten hazır, güzel, mis gibi. Kokular vurur burnuna âşık etmek için. Çiçeklerin altlarında gezmiyor musun, kokularını ciğerlerine sürmek için. Ama olmuyor ki canım benim, iticisin sen. Dişi isen çiçek olman lazım. Çekmek için vardır çiçek. Hem ne diyor Feridun abi, "çiçekleer, çiçekler sevildikçe büyür"
“Kendine dışardan bak” diyor da psikolog abla, gözlerim içimde benim. Resimlerime bakar gibi mi bakayım yani? Kendime gözlerimle mi bakayım? Ama aynadaki ben ve resimlerdeki bende uyumsuzluk var. Birindeki, diğerinde tezatı oluyor. Peki, yüzüm hangisi. Aynadaki mi, resimdeki mi?
Kaçının kokulu günlüklerindeki cümlelerinden bunlar? Ah, aynı cümleleri mızıklayan kaçıncı ergenim ben? Sırf bu aynılık acısı için bile tepkisizliği seçmez mi insan?
Bakınız yine aklıma düştü. Kursta speaking seviyemizi ölçmek için sorulmuş o soru. “what is the meaning of life?” o zaman değil ama sonra keşf demiştim. Keşf dediydim.
Neredeki?
-bana 1 Ç lazım-
 
2013, nisan 10 / 02:31.

Nisan 09, 2013

Ağlamak'lı Şarkılar



Adında ağlamak geçen çok şarkı var. Ağlamak'lı da çok şarkı var. Yine Sezen Aksu'dan ve aynı isimle Badem'den Sen Ağlama, Guns n Roses'den Don't Cry var. The Man Who Cried'ın soundtrack'ı da var. Bana göre ağlamak olan şu; müzik var. Ama başlı başına "ağlamak" üzerine yazılmış sanırım tek şarkı bu.

İstediği kadar klişe olsun, en ucuz programların duygusal an'larına fon müzik olsun. Sözler ve tıpkı ağlamak olan beste çok güzel. Yorum farkı ama Göksel'in Ağlamak'ı daha güzel. Ama sakıncalı o klibi elbette ki buraya düşüremem.
 
*

Ağlamak'a Güzelleme;
 
"Ağlamak senin kara dünyanda
Hala sevdiğin ve hissettiğin
Tüm güzelliğin ve çirkinliğinle
Var olduğundur, var olduğundur

Ağlamak güzeldir
Süzülürken yaşlar gözünden, sakın utanma."

-içine acı kahkahaların karışmadığı ağlamalardansa ama-

Nisan 06, 2013

Kırık Kalp Sesi

 
Çocukken en güzel bulduğum aktris; Gülşen Bubikoğlu ve Tarık Akan'ın başrollerini paylaştığı "Ah Nerede" filminde duymuştum ilkin. Çok sevmiştim.
 
Nasıl ki bazı müziklerde beşeriyet namına tek bir şey yoktur, Pachelbel'in Canon'u gibi. İşte bazı müziklerin her zerresinde de beşeriyet vardır, bu müzikte olduğu gibi. O kadar romantik bir tınısı var ki. Tam bir bali-kesir; kırık kalp sızısı. Ama hüzünlü, ama ukdeli, ama mağrur.
 
Kulak verelim.

Nisan 05, 2013

Ölmeden Önce Yapılacaklar Listesi III

38. bu 4 isimleri koymak ya da hediye etmek.

Sophie(aynı zamanda "Sofi") : kız ismi. Sophie'nin Dünyası, Sonsuza dek Sophie, Howl'un Sophie'si ve de "Sofi" menbaali. akıllı ve zarif çağrışımlı.

Kudüs : unisex isim. ama kız ismi olarak daha güzel. çok güzel. kutsal, görkemli ve güzel. sanki bir kraliçe adı.

Doğu : erkek ismi. toprağı, sağlamlığı ve koca bir medeniyeti çağrıştırdığı için belki.

Işık(Işk) : bu da unisex bir isim. sade ama özel bir isim. aşk, sarmaşık kastlı.

Nisan 03, 2013

2013, Nisan 2

konser ne güzeldi. hani neredeyse bu zamanın iki ozanı, saz üstadı -sazı ve sesini pek sevemesem de- iki dostun -erkan oğur & ibrahim hakkı demircioğlu- bu toprağın deyişlerini, bestelerini, gün yüzüne çıkarttıkları ezgileri ne güzeldi. sahneye çıkarken dahi gündelik kıyafetler tercih eden halleri ne güzeldi. meğerse final'e saklanmış, o yüzden bir türlü çalınmak bilmemiş "zeynebim" türküsü ve arkalardan esere en gamlı sesiyle eşlik eden "unknown artist"in sesi ne güzeldi. ama oldu mu şimdi. hiç oldu mu. konserin hemen sonrası gidilen pastanede, hala sıska bacaklarda iğreti duran ama inatla, inadına giyilen -üçüncü sefer(!)- o melun ayakkabıların gecenin sonunda bana yaptığı hiç oldu mu. franbuazlı pasta yesin güzel güzel de, neredeyse upuzun bir çubuğa dönüşmüş, pür-i huzursuz ve rahatsız bedenin kalkarken lamba süsüne çarpması hiç oldu mu. "tak!" -zemine düşen kalın bir kitap kadar tok- "allam, allam, allam" iç sesi. ve espriye vurmaktan başka çıkar yol kalmadığını anlamış mağdur, mazlum ama mağrur halimin "acımadı ki, acımadı ki" edasındaki o bedbaht klişe "kafam sağlammış" beyanatı. üzerine bir kuple kızarmış surat ve kahkahayla örtbas edilmeye çalışılan sesli gülüşler. ve tam olarak bu durumlara niteleyici yaptığım necip bey'in meşhur "arkamdan bir kahkaha duysam yaralanırım" mısrasına cuk oturma, koca bir gülüşünü zap etmeye çalışan garson. ohh..

bugün de çizdirmişiz pırıltılı, pembe cadillac'ı desene hektor.

Mart 30, 2013

Kuple X

"I'm fearless to fly
And reach for the end
Reach for the end"


Rasmus / Sail Away

*

ne güzel bir yol şarkısı. en güzel yeri, elbette ki; "reach for the end"
sonrası keman ve toz-duman.

Kuple IX

"Beautiful girl
Won't you be my inspiration?"


Dolores O'riordan / Ordinary Day

*

kız kaçıyor, kadın koşuyor. kız kaçıyor, kadın yoruluyor. kız kaçıyor, kadın çocukluğuna dokunamayacağını anlıyor.

Kuple VIII

"En güzel günlerini, demek bensiz yaşadın.
Demek, bensiz yaşadın."

Zeki Müren / Şarkılar Seni Söyler

Mart 26, 2013

ZM / Sonsuzluk ve Bilgelik Ağacı




The Fountain, 2006.
"o ağaç?"
Gayet uzunca bir süre, yeni bir ses’e kulak vermişti Keşfsever. Sabırla, inatla dinlemişti. Ama artık duyulması gereken her şey nihayete erdi. Bundan sonrası irade ve seçim'e kalıyor çünkü. 

 
(Kısaca nasıl tanımlanır bilmiyorum ama ilgimi çekmişti. Geçen kış gözüme çarpan ve hemen okunan bir kitap, ardından dört-beş ay sonra tüm cümlelerinin gerisinde bu şey; Kalaba’yla konuşan bir ses ve o’nun sayfaları, sayfaları bulan cümleleri. Yahudiliğin mistik bir kolu deniliyor, Yahudi tasavvufu deniyor, aslında din’le hiçbir alakası olmayan güzel bir öğreti deniyor. İlluminati, Masonluk, Yahudilik, kısaca bencil amaçlar taşıyan tüm bu gruplardan bağımsız ve tüm insanlığa açık bir öğreti deniliyor. “Materyalist tasavvuf” absürd ve tarzanca olsa da biraz, ben böyle diyorum.

Kabala, evrim’i reddetmiyor, tanrı/yaratıcı’yı inkâr etmeyen ama materyalizme kayan bir tarafı var. Bencilliği oldukça yeriyorlar ve biricik gayeleri almak’tan/verme’ye geçmek. Dinlerde, tasavvufta, hatta Nietzsche’de olan üst insan/kâmil insan motifi Kabala’da da var ve yaşama gelmenin amacı bu döngüyü tanımlamak. Kutsal kitapları, kaynakları inceliyorlar, başucu eserleri ama dini terminolojideki tüm motiflerin sembol olduğunu düşünüyorlar. Dinlerin peygamber dediği, neredeyse kutsallaştırdıkları tüm bu kâmil adamlar onlar için yalnızca ilim sahipleri.


Âdem yaratılan ilk canlı değildi mesela, Adem Yaratıcı’yı kavrayan ilk beşer olduğu için âdem oldu. İbrahim ilk kabalist. Kutsal kitapların hepsi beşer mahsulü. İnsanları yaşamdaki zevklerden soyutlayan, kendilerini gerçekleştirmelerine engel olan, başörtülerin, uzun, bol elbiselerin içine hapseden, onları bağnaz, tekdüze, doğulu ve az gelişmiş yapan tüm yasaklar, kurallar, sınırlar ve soyut varlıklar aslında yok. Yaratıcı mahlûklarından bunları, bu keskin sınırları olan şeyleri istemiyor. Ve Metafizik varlıklar yok. Kutsal kitaplarda “apaçık düşman” denilen, insanları günah’lara sevkeden şeytan yok. Ve şeytan yok.)
 
Girişi uzattım farkındayım ama parantez içini doldurmak zorundaydım. Çünkü güzel bir keşf oldu. Keşf buldum. Okunması lazım gelen bir kitap vardı, onu almıştım. –bitirmedim, başlarındayım hala, hem okumam bile belki de o cümlelere rast’tan sonra- orada Kuran’da çok kez geçen Adem ve Havva’nın cennetten kovuluş kıssasının yazarca anlatımı vardı. İşte o cümlelere denk geldim. Muhatabıma da söyledim, keşfimi söyledim. Bana “itaatkâr” yaşamımda devam etmemi, mensubu olduğum dinde kalmamı, -kendince çorak bulduğu dinimin üzerime gayet yakıştığını ve hatta kendince bunun tam ben’lik olduğunu ima ederek hem de- tembihleyerek bana mutluluklar diledi.
 
*

Gerisini Keşfsever anlatsın o halde.

Âdem ve Havva kıssasındaki, onlara “sonsuzluk ve güç” vaad eden, yasak ağacın kabala olduğunu düşünüyorum. Âdem ve Havva’ya dostça, bilgece ve aslında onların mutlu olmasını isteyerek yaklaşan’ı da İslami terminolojideki adıyla şeytan sayıyorum. -Kafamı nelerle bozmuşum değil mi, işim gücüm yok da, bunlarla uğraşıyorum değil mi.-

"Ama bir kez şu ağacın meyvesinden yerseniz. Gözünüzün önünden kalkacak tüm perdeler. O zaman gerçeği göreceksiniz. Her şeyi bileceksiniz. Bilgi sizin olunca ey âdem, böylece cennette, melekler gibi sonsuz yaşam süreceksiniz. Ölmeyeceksiniz.
Sonsuz yaşam sürmeyi, esenlik bilgisini istemez misiniz?

Onlara önce bilgi
yi, sonra gücü teklif etti. Büyük gerçeği, sonsuz yaşamayı vaad etti."

Nazan Bekiroğlu / La, Sonsuzluk Hecesi.

 
*
 
Bunları Âdem’le Havva’ya söyledi şeytan. Belki de haklıydı. Belki hakikaten de elindeki bilgi, yüce, gücü olan bir bilgiydi. Belki Şeytan’ın yolu kötü değildi(!)
Ama. Bir ama var ki, yaratıcı onlara "o ağaca yaklaşmayın" demişti. Ağaca kötü demedi. Ama insana "o ağaca yaklaşmayın" dedi.
Şeytanı olumsuzlamak, şerlemek konu dışı şimdilik. Asıl konu, Adem ve Havva’nın Yaratıcı'nın öğüdünü dinlememeleri idi. -Bu beni, koca bir dinin mensuplarını itaakar mı yapar?-

O halde, yapılması gereken?
Ağacın hakikaten de kötü olmadığını deneyimlemek?
Kendini bilgi, güç ve sonsuzluk ağacının nimetlerine bırakmak?

Yoksa geriye atıp tüm bu her şeyi, Yaratıcı’nın sözünü mü dinlemeleri?
Bir hikmet'i vardır diye. Sırf O dedi diye.


*

Şimdi ben buradayım Allah’ım.
Yokluğunu düşünme’yi hiç düşünmedim şimdiye dek.
Ama adının gerçekte ne olduğunu çok düşündüm.
Niye bana adını söylemiyorsun ki?
Âşıklar birbirine adlarını söylemekten zevk almazlar mı?
Hem söylesene fısıldayarak kulağıma.
Şeytan; hakikaten de var değil mi?


Mart 23, 2013

.: ellerin, ellerin :.

resim;





















merhamet falan değil bu.
ne demeli?
bu resme, resmi çekene ne demeli?
elllerin, ellerin duruşunda tezahür etmiş, "güzellik kaygısı"na ne demeli?

Mart 22, 2013

Kuple VII

"Çünkü O, ta derinden, öptü kalbimi
iyileştim ben
O, derinden gelen, O."

Ümit Sayın / Ben İyiyim

Mart 17, 2013

Kuple VI

"yağmur, teşekkürler"

mor ve ötesi / yağmur teşekkürler

*

şarkılarla tanışma an'ı da vardır.

tıpkı endişeli bir bekleyişle azaplanıp, kendinize yapacak bir iş ararken girdiğiniz bir kitapçıda bu şarkının çaldığı an'da hissettiğiniz o yatışma hissinde olduğu gibi.

sırf kulaklarınız duysun, iyi duysun diye çalınmış, adımlarınızla birlikte kulaklarınıza gelmiş bu şarkıyı dinleyip, sonra da soğuktan kırmızılaşmış, daha da çirkinleşmiş ellerinizi ağarmış yeşil montunuza sıkıştırıp, şarkının sözlerinden sadece birkaçını hafızanıza saklayarak gidersiniz. şarkı da, o an da sizindir artık.

Mart 14, 2013

.: 2tika :.

Z / 2013, mart 10.

iki eski siyasetçinin atışmasıymış da, resmi çekince aklıma düşmüş.
 
 -bir çiçekle bahar gelmez..
-her bahar bir çiçekle başlar!

Mart 12, 2013

Meylence

I
http://zeynepmerdan.blogspot.com / yusuf'u kaybetmek
Yusuf'un yüzü ışk kadar beyaz
Gözleri siyah
Yusuf'un yüzünde buz tutmuş mağrur hüzün
Yusuf tapınmaya put resmi

II
Yusuf'un dili konuşmaz
Yusuf'un kelimelere ihtiyacı yok.

Yusuf'un mimiklere ihtiyacı yok
Yusuf antikroma heykeli
Yusuf'un kımıldayamaz;
mermer, naçiz bedeni

Yusuf gözleri
Ve sadece hüzünlüyken ifadesi'yle
Bir katlin müsebbibi olabilir
Ve Yusuf'a yenilmek daha zevkli olur
Yusuf'a muzaffer gülümsemekten

III
Yusuf'a bir an bakmak dahi
günah sayılabilir.

Yusuf'un salınması semte güneşi doğurtur
Yusuf cins-i latif
Yusuf Lut'a gelen meleklerden
Yusuf Havva'nın tüm kızlarından daha zarif

Yusuf'un karşısında yüzüm çirkin, halim budala
Yusuf pür-i ışk, ben peşinde gölge
Yusuf salınır gider, dilenci ayaklar adımları peşinde

IV
Yusuf'un günahı yok.

Yusuf benden güzel
Yusuf benden yukarda
Yusuf bana eğlence
Yusuf gönlümü hoş için

Yusuf'un günahı yok
Yusuf'un benden haberi bile yok

V
Umrumda mı Yusuf sanki.

Ben züleyha değilim
Olmam asla, ben Züleyha.

Mart 09, 2013

8 Mart

Z, ilk yürüyüşüne katıldı. kimi yaşlı, kimi halkevci; emekçi, kimi güzeller güzeli kadınların ortasında saf tuttu. kalabalığın, seslerin ve sokağın gücünü keşf etti. meşalelerin, pankartlardan çok daha güzel olduğuna hükmetti. bazen istihzalı, bazen mütebessüm ve elbette ki budala bir yüz ile sloganlara eşlik etti. sırıttı. ajda pekkan'ın "hür doğdum, hür yaşarım. kime ne, kime ne?" şarkısına avazlandı. solkol ehbabıyla zıplamaya dahi yeltendi. sonra hızını alamadı ve kendine kurumuş kan rengi, süet, bütün topuk papuçlar aldı.

Kuple V

"korkacak bir şey yok, nefes al gitsin"

feridun düzağaç / hazırcevap

Kuple IV

"bir deniz kıyısında otur, gemiler sensiz gitsin bırak"

yaşar / beni koyup gitme

Kuple III

"bir ömür harâb oldu, onu bilmiyor leyla"

münir nurettin selçuk / üzgünüm leyla

Kuple II

"please god you must believe me"

guns n roses / this i love

Kuple I

1 cümlesi sevilen şarkılar.
1 cümle hatırına dinlenen şarkılar.
eşlik edilirken iç'in en çok avazlandığı,
şarkının en güzel, en vurucu kısımları ya da.
öyle çok ki.

*

"bir his dolup içine, uçuyorum sandın mı hiç?"

samime sanay / bir ilkbahar sabahı

Mart 05, 2013

Lilith

Dante Gabrielle Rossetti /
Lady Lilit, 1867
Lilit. Adem’in ilk karısı. Adem’den ayrıldıktan sonra İblis’le evlenen kadın. Adem’le Havva’ya elmayı uzatan kadın.
Sanat tarihinde Lilit’in son iki yüzyıl içerisinde boy göstermiş olması, hiç de sebepsiz değildir. Lilit’in, yani kötülüğün anasının. üç büyük dinin de ortodoksisinin tanımadığı, tanımlayamadığı bir kadın tipinin.
Tarihteki ilk feministtir Lilit. Erkeğe isyan eden ilk kadın. Adem’in kaburga kemiğinden değil, bizzat Adem gibi topraktan yaratılan kadın.
Yerini Havva almıştır. Uysal ve saf olan Havva! Adem’in eşi Havva, İblis’inki ise Lilit. Havva elmayı yiyen kadın, Lilit’se elmayı elinde tutan kadın.
*
Dindarlığın, ‘kadın’la ‘modernite’ arasındaki ilişkiyi bir türlü kavrayamamasının en temel nedeni bu! Hâlâ Ramazan fitrelerini arpa-buğday hesapları üzerinden yapan dindarlık, kadınlığın sorunlarını da ister istemez Havva-Meryem düalitesinden hareketle kavramaya çalışıyor. Hal böyle olunca da masumiyet kavramını bedensel bekâret düzleminden öteye taşıyamıyor. Oysa Meryem bir eş değil ki, sadece anne! Zevce olmayan kadın. Güzel ve masum. Ama yaşamın dışında. Manastır’da.
Modern gerilimin izleriyse Havva’yla Meryem arasında değil bu yüzden, Havva’yla Lilit arasında.
Ey talib, İblis’in adresini bulursan, sana Lilit’in yerini gösteririm.

http://ducanecundioglusimurggrubu.blogspot.com/2012/07/ademin-ilk-celiskisi.html#!/2012/07/ademin-ilk-celiskisi.html

Masumiyet


Sandro Boticelli / "Venüs'ün Doğuşu"
Güzellik ve masumiyet imgelerini biraraya getiren geleneksel düşünüş, gerçekte, safiyet ve iffetten ayrı bir kadın güzelliğini tasavvur etmekte zorlanır. Çünkü güzellik demek masumiyet demektir; ve saflık ve tazelik ve korunmuşluk.


İsmetten türeyen masum sözcüğünün anlamı da bu tesbiti doğrular zaten. Meselâ peygamberlerin masum(ismet sahibi) olduklarına inanılır; yani günahlardan ‘korunmuş’ ve/veya ‘uzakta tutulmuş’.

Yani bir zamanlar güzellik denilince anlaşılan, el değmemiş bir güzellikti. El değmemiş, yani doğal ve saf ve tabii ki bakire.
Tam da bu noktada bekâretin iki anlamı da açıkça görülebilmeli: 1) bedensel/cinsel, 2) ruhsal/toplumsal. Demek ki masum güzelin sadece bedeni değil, ruhu da korunmuştur.

Masum güzellik, iddiasız bir güzelliktir: doğal... meydan okumayan bir güzellik... sahibinin değerinin farkında bile olmadığı bir güzellik... Öyle ki tüm çekiciliği, dokunulmaya müsait bir saflıkla hâlelenmiş olmasındandır. Giorgione’nin "Uyuyan Venüs"ü gibi. Korunmasızmış gibi görünen bir güzellik.


http://ducanecundioglusimurggrubu.blogspot.com/2012/07/ademin-ilk-celiskisi.html#!/2012/07/ademin-ilk-celiskisi.html