Haziran 29, 2013

.: açmış kollarını bir korkuluk :.

2013, haziran 8
"içim sis, içim pis, içimde hiç yok his.."























kampüsteki belki de en sevdiğim yerdi bu orman. iç'inden geçince camiye varırdı. kuş sesleri olurdu, böcek sesleri olurdu. çimen değil, buz yeşiliydi, biraz ürkünçtü. yorulmuş ayaklarımla, kan ter içinde, çarçabuk, hemen hepsi gönülsüz, bana da verilen vazifeyi yapardım. eylem sesleri gelirdi, kahkaha sesleri gelirdi, ukdelerimle, kızgınlığımla, fahrımla ve kibrimle, bu yoldan geçerdim.


Haziran 27, 2013

17 / 85

Sana ruh'tan sorarlar; de ki:
Ruh, Rabbimin emrindedir, size ilimden yalnızca az bir şey verilmiştir.

Haziran 25, 2013

Yalnız ken, Yalnız ben, Yalnız Sen



"Yalnız ken. Yalnız ben. Yalnız Sen."

Müzik: Zamfir / The Lonely Shepherd
Mısra: İsmet Özel / Of Not Being A Jew
Eser: Zm, 2013.

Haziran 20, 2013

Kuple XIV

"var mısın yook-
sun
var mısın yook-
sun

iki gözüm, eminim, sen yoksun."

Mor ve Ötesi / Cambaz

*

münacaat olduğu aşikar değil mi.

ben küçükken, mor ve ötesi yeni yeni tanınır olmaya başlamışken, bu sözler grubun ateistliğe delildi. terbiyesizliğine ve edepsizliğine hatta.

ama, ama..

insan muhatap aldığını yok sayabilir mi?
insan "sen" dediğini inkar edebilir mi?

kızarsa, içerlenirse, içerlenirse,
Hak'kı olmamasına -hiç bir zaman da olamayacak olmasına rağmen- içerlenirse,
muhatabını da, aslını da, kendini de inkar eder. inadına, yüzüne yüzüne, canı sızlayarak inkar eder.

delicesine bir yormaca, güzellemeyle bitirelim.

(nakarat başı) "iki gözüm kadar eminim sen yoksun" -miktar belirtiyor-
(nakarat sonu) "iki gözüm, eminim, sen yoksun" -hitap-

Haziran 17, 2013

.: zeynep :.

(2012, Haziran - 2013, Haziran)
Keşf Alfabe'nin Mucidi.
 
Neredeyse 1 sene evvel Z'yi keşf etmek'le başladığım, E'de tamamlamaya karar verdiğim, neredeyse 15 harfe varmış, bu çaba o kadar güzel ki. Hepsinin sonunda, ortaya çıkanı seyr etmek de.

*

N, P ve diğer 5 harf için, en önemlisi ismimi yazmama yardımcı olduğu için, E'ye çok teşekkür ederim.

Haziran 12, 2013

Keşfsever

Keşfsever; ete kemiğe bürünseydi eğer, uzun, incecik ve zarif bedenini siyah pantol, siyah kazakla örterdi.

Kemikli, uzun parmaklarını işaret parmağına takılmış bir yüzük ve kalbinin üzerine düşer vaziyetteki mask kolyesi olmak üzere iki gümüş takı süslerdi. Gözlerinde delice ve simsiyah bir bakış, kafası dazlak, sağ kulağında tek bir küpe, yüzünde angst, aynı anda tarifsiz bir güzellik ve ruh güzelliği olurdu.

Çok az yer, kibirle beslenirdi. Kral/içe gibi yürürdü. Ama, ama, ama... içini delik deşik eden dualar yapardı. Hiçbir tene meyl etmez; aseksüel olurdu. Asla aşık olmazdı ve bir gece sessizce ölüme giderdi.

-Rumi'nin güneşinin gölgesi düşmüş bu tanıma, Şems-i Bariz olmuş apaçık.-

Haziran 08, 2013

Başka Dîl’de Mreyte ya Mreyte Tercümesi

 
1952 kez dinlemeseydim bu şarkıyı nasıl duyabilirdim ki. Ayna’sıyla dertleşen, güzel ‘bulunmadığından’ notalarla olsa da ağlayan o şarklı kadın’ın sesini.

Sözleri var, Arapça. Kutsal Kitap’a ses ve yazı dili layık görülen Arapça. Tercümesi de var ama ben’ce tercümesi de şu;
 
*

Başka Dîl’de Mreyte ya Mreyte Tercümesi
-şarkının şiire(!) ilham olma bahanesidir.-

I

“Ayna Ayna
Söyle bana”
Değil.


II

Ayna,
Ayna,
Söyle bana.

Bak bana,
Bana,
Ayna.

Kimse bakmadı bana Ayna.
 

III

Üzerine Anka kuşu konmuş
Bir ayna vermiştim bir adama.
Kendine, bana, 1’e baksın diye.

Bakmadı aynaya
Bakmadı bana.
Başkalarına,
“Cehennem başkaları”na baktı Ayna.

Onların tenleri güzeldi,
Dudakları ve kalçaları.
Benim sadece gözlerim güzeldi Ayna.
Bakmadı gözlerime Ayna.

 
IV

Senden başka kim görebilir ki.
Zeyn’i başka kim güzel gösterebilir ki.
Ayna, beni senden başka kim sevebilir ki.
Beni benden başka kim.


V

En güzel,
En güzel ben olduğumu söyle,
Bana en güzel yalanı söyle Ayna.

“Bakma öyle kırgın kırgın yüzüme”
Söyle bana,
Bak bana,
Ayna.

Haziran 05, 2013

Çağırırken Suları



Tamamen spontane. "Ruh voltası" atarım niyeti ile indiğim sahil, akşamın ve denizin bu hallerini saklayayım düşüncesi ve en sonra da bu niçün bir kısa film olmasın fikri. -güldüm-

Baştaki dize benim, geri her şey ruhefza.

Haziran 03, 2013

.: bu da un kurabiyesi tarifi :.

Audrey Hepburn

























bir insan aynı anda hem güzel, hem zarif hem de çocuksu olabilir mi.
olabilir.
hatta bembeyaz, un kurabiyesi bile olabilir. 

Haziran 02, 2013

Gezipark Günü

Haziran'ın bu güzel ilk gününde bir çok insan dışardaydı benim gibi. Pardon, benim gibi değil, çünkü benim amacım artık tamamen politik bir havaya bürünmüş, "iktidar partisine karşı" eylemine katılmak değildi. Siyasetle alakalı bir bölümü bitirmeme günler kalmışken hem de.

Amacım seyrdi. Sıkılan gönülcüğüme eğlenceydi.

*

Onlar haklılar. Elbette. Şüphesiz. Onlar hep haklılar zaten. Ve haklı olarak isyan ediyorlar. Hem isyan etmek güzel şey! İsyan edince ve kükreyince avaz avaz, kendini güçlü ve kahraman hissederdi insan. Hatta tanrı benzeri bile hissedebilirdi.

Haziran'da isyan etmek daha güzel birşey. Beden yirmili yaşların taze güzelliğinde ve ruh kabına sığmaz delilikte ululanırken, sabaha karşı eylemlerinde, o yirmili yaşlar gençleri arasında yaşamını, haklı(?) bir tepkiye büründürerek hem de, anlamdırmak güzel. Özgür, anarşist, devrimci ve genç hissederek kendini, fransız filmlerinden sanki karelerde yaşamak güzel.

Hey! genç, güzel, haklı, isyankar insanlar! Benim safım yok aranızda. Karşınızda değilim ama yanınızda da değil. Ben sadece aranızdayım. Gittiğim her yerin yabancısı ruhumla. Çünkü saf tutamayacak kadar kirli ve belirsiz her şey.

Anlamsız hayatınıza anlam katar umuduyla daldığınız, bu kendinizi kandırdığınız, bu sözde haklı isyan oyununuzda.

*

Madem böyle.  Seslerin, sloganların, öfkenin, kalabalığın olduğu bugün -1 haziran- bu yerde, tutacak bir saf bulmaz halimle, gözüme takılanları göstereyim ben de.

sırıtan yüzümle fotografında çıkmış olmayı istediğim bayrak-oğlan.


mesainin bitmesine dakikalar kala, not kağıtlarından üzerimize
sanki kuşlar uçuran çalışanlar.





 
ikimiz de etrafı seyir ediyorduk.

Mayıs 31, 2013

Tanımlar XXVII / İbrahim

"O'nun yüceliği, Tanrı'yı sevmesi ve ona sahip olduğunun en iyisini teklif etmeye ısrarlı olmasıdır." bu çok doğrudur, ancak "en iyi" üstü kapalı bir ifadedir. Kişi sözlerinde ve düşüncesinde, gayet güvenli bir şekilde İshak'ı en iyi ile tanımlayabilir ve böyle düşünen adam bunu yaparken piposunu da rahatlıkla içebilir ve dinleyici zevk içinde ayaklarını uzatabilir.

Yine de O, sahip olduğu en iyi şeyi feda etmiş olsa da, İbrahim olmazdı.

İbrahim'in öyküsünden unuttuğumuz şey ıstıraptır.

Soren Kierkegaard / Korku ve Titreme
Çev; İbrahim Kapaklıkaya
(syf: 70-71)

Mayıs 30, 2013

Katedraller Zamanından Bir Hikaye



Belki en bilindik müzikallerden birinin(Notre Dame De Paris) belki en bilindik eseri "Belle"den daha güzel.
Müzikalin giriş şarkısı; Katedraller Zamanı(?)

Abi'nin sesi çok güzel, jestleri, vurguları. Ve ne kadar afili bir giriş, bir hikayeyi anlatmak için.

*

bu bir hikayedir, yeri
paris olan, tanrı'nın
1482 yılında
bir aşk ve tutku hikayesi.

biz, adsız oyuncular
sanat ve ahenk'in..
sizlere anlatmayı deneyelim
gelecek asırlar için.


katedraller zamanı gelmişti
dünya, yeni bir
çağa girmişti.

insan yıldızlara çıkmak istedi;
tarihini yazmak..
cama ya da taşa
taş taş üstüne, günler günler üstüne..

Mayıs 29, 2013

Kafka Çekingenliği

Kafka'nın gözleri.

İnsan dört sene aynı sınıfta, bedenen olsa da aynı atmosferi teneffüs ettiği arkadaşlarıyla, sırf konuşmamak için böylesine oyunlar icat eder mi. Final çıkışı, kümeleşmiş, sınavı tartışırken onlar, dünyanın en önemli yazısını okur gibi sanki telefonun tuşlarına yapışmak, üstelik volta ata ata.

En kıymetlisini korumak ister gibi sanki, çekilmek; kabuğa. Kara böcek kabuğuna. Her an tetikte ve silahlı. -Gözlerde ikindinin peşine bastıran akşam siyahlığında ani değişim; Angst!-

Bazen halim tam Kafka çekingenliği. Bu burcunun tüm naifliğini üzerinde taşıyan adamın da sahip olduğu yengeç burcu çekingenliği.

*

-N okusa idi, en "pdr" sesiyle "mantığa bürüme(entelektüel kılıf)" savunma mekanizmasına sığınan güçsüz bir "ben" gördüğünü söylerdi-

Mayıs 27, 2013

.: ben seni taşırım hala, ta, şuramda :.

kıymetli çalışma içün;

























"ben seni taşırım hala, ta, şuramda."

Işın Karaca / Aramıza Yollar

Değil Mi Seci'li

1ini seçmek, diğerinden vazgeçmektir değil mi. "bazı" şeyleri aynı anda vermezsin değil mi. 1rini istiyorsam diğerinden vazgeçmek zorundayımdır değil mi. bilinç; güç ama aynı anda "bu zalim şüphe"yi de verir değil mi. masumiyet; huzur ama hor bakışlarla çekilmez dünya beceriksizliği de verir değil mi. beden'imi ve ruh'umu paramparça ediyorum değil mi. haz için, keşf'ten yana nasibimi kesiyorum değil mi. bu dünya'nın süsüne, hemen hepsi gibi ben de meyl etmişim değil mi.

lütfunu ille de zor'la veriyorsun değil mi.

Mayıs 25, 2013

ZM / N

sepya: babam, ben ve N'nin eli.
Yakından bakmak ne zor. Belki de doğduğumdan beri en aşina olduğum yüze; N’nin yüzüne. Aramızda 16 tane ay var ve ben doğduğu ilk günden beri o’nun ablasıyım.

*
Zorluyorum en eski resmi bulmak için, ama biberon kavgalarına kadar gidebiliyorum en eski. Abla kastındaki  “yayya”sı ve anneciğimin hala gülerek anlattığı “yayya, tavuklar altına yaptıklarında onları kim bezliyor” mealindeki meraklı sorusu. O 3, ben 4 yaşındayım, tavuklar ve bez problemini tartışıyoruz biz ve annem kapının arkasından gülerek bizi izliyor(muş).

Kocaman, çok güzel, kara gözleri var ve küçücük, zayıf gövdesi. -aslında dudağının sağ üst köşesinde türkanşoraybeni de var da, oralara girmeyelim şimdi- Gözleri hep sert bakıyor. En çok annemi seviyor, sadece annemi seviyor ve biz annemi paylaşamıyoruz. Biberonu, oyuncakları ve elbiseleri paylaşamadığımız gibi. Annem baş edemiyor bizle, karşılıklı yattığımız yatakta bir onun, bir de benim yanıma geliyor sayılar saya saya. 1,2,3.. 50, benim yanımda ve bir elli saymak sonunda o’nun.

Onun yüzük parmağında, benimse ilk vicdan azabım tanımlamasıyla içimde “iz” olarak kalan o anı var bir de. Annem, ben ve N. Gündüzleri ev üçümüzün ve annem bizle baş edebilmek için sürekli oyunlar icat etmek zorunda. Beraber çizgi film izliyoruz, bardağın yarısını şekerle doldurduğumuz buz gibi çaylar içiyoruz, annemi zorla “mahalle”ye çıkartıp bizi gezdirmesini istiyoruz ama yetinmiyoruz.
Annem mutfakta, biz televizyon karşısında. Ama N’nin annemi göreceği tutuyor şimdi. -Hatırlamıyorum ama aramızda tuhaf bir oyun, inatlaşma var. Ben üç seversem annemi o da üç sevecek ve bunun dışındaki her şey kavga sebebi olabilir- Annem bulaşık yıkıyor ve bizim mutfağa gelmemizi istemiyor. Bunu diyorum, bunu diretiyorum ama N’nin bebeklikten yeni çıkmış çocuk parmakları çok hırslı. Ve çocuk bedenim onunkine kıyasla daha büyük, daha güçlü. Kapının kilit yönü bende ve kapı arası yönü de N’de. Şimdi didişiyoruz, sesler artıyor ve ben direnişine sert bir cevap veriyorum. Birden kapıyı tüm gücümle kapatıyorum. Sonrası? Sonrası kan ve çığlık.

N’nin küçük parmağı kapının arasına sıkışıyor ve minicik de olsa dokusu kopuyor. O kadar çok kanıyor ki ben sadece şaşkınım.. Ve suçlu. Anneciğim telaşlı, ne yapacağını bilmez halde ve bir solukta hastanedeyiz. Sonrası? Sonrası o’nun yüzük parmağındaki nişan ve o yaşta dahi sıkıntısını hissettiğim vicdan azabı. -Ömer Seyfettin'in Kaşağı'sından etkilenmemin bile arkasında bu olay-
Sonra işler değişiyor ama. N beni dahi koruyacak hale gelecek kadar güçleniyor. Tipik ama erkek çocukları bile döven, uyumsuz ama hala en çok annesini seven sert bakışlı küçük kız kalıyor.
*
N’nin de, benim de bebeklik resimlerimiz yok ve en eski resim tarihimiz 1995’e kadar gidiyor. Niyetim O’nu yazmaktı ama giriş kısmında kaldım hala. O zaman bu hiç değilse girizgâhını yaptığımız denemeyi o fotoğrafın anısıyla bitirelim.
Çocukça diretmelerle babacığımı ikna ediyoruz ve 1995’in yaz temizliğinde fotoğraf çekilmeye gidiyoruz. Resmin geneli hüzünlü ama ben sadece bir kısmından bahsedeceğim. N’nin, benim ve babamın elinin göründüğü o kısımdan.
Babam oturakta ve yanlarında çocukları pozunun öndeki iki küçük figürüz resmi, bu. “Daha küçük torpili” bir kez daha işe yarıyor ve babam –ona belki de en düşkün çocuğu ben olduğum halde- kucağına beni değil N’yi alıyor. Ama ne olur ki, bir bacağına beni, bir bacağına N’yi oturtsa! Diyorum ama olmuyor isteğim. Aklım hep burada, huzursuzum ve fotografçı beni uyarıyor, ışığa bak, bana bak diye. Ama o an’da ben yine içimi huzursuz eden şeyi düşünüyorum, öteye bakıyorum ve elimi oturmak istediğim yere, babamın bacağına koyuyorum. Kucağında N olsa bile, bacak hakkının aslında benim olduğunu belli etmek için.
*

Bunu uyduruk bir nick’i karşılasın diye -en sevdiklerinden olsa gerek- aklına düşmüş ve nick yaptığın o şarkıya hürmet için yaptım ama bu neredeyse bir buçuk saatimi alan şeyi "freefallin" dileyerek yazdım ğuzuu. Belki bakarsın da, okursun diye.

“Oluyor mu?”

Cenab.

2013, Mayıs 25.
Gece.

Mayıs 24, 2013

Ketumi'nin Türküsü


 
Ermeni türküsü.

Djivan Gasparya &  Erkan Oğur / Volor Molor(Yar'dan Gelen Haber)

*
-Volor Molor’un her yerine sinmişsiniz efendim.
K: Bu güzide eser ile anılmayı iltifat addediyorum.

-Sizi, Moksuf’u, Edire’yi ve kendiciğimi anımsatıyor efendim. Erkan bey’in son kısmı diyecek söz bıraktırmıyor ve korkarım arkanızdan dinleyeceğim ilk şey bu eser olacak.

K: Belki önce biz sizin arkanızdan bir şeyler dinleriz efendiciğim.
-Sizi gömerim gibi geliyor ve Moksuf’un tepesinden Edire’ye bakıp ağlaya ağlaya dinlerim gibi.

Mayıs 22, 2013

Kimsenin olmadığı, beni görmediği, ilkokuldaki mutlu pikniklerin yeşili bu yerde, batan ikindi güneşinde, elimi başıma dayayıp, kımıldamadan "sonsuzluğun eşiğinde" saatlerce oturabilirim.

Heidi, Şekerkız Candy, mutlu kırlar; çocukken izlenen salak ve çok güzel tüm bu pastoral sahneler bulanık bulanık ve bu rüya-masal müzikleri eşliğinde sonsuza kadar kımıldamadan durup ölebilirim.

Zag. / İkindi.

Mayıs 19, 2013

ZM / Toprak

2009, Şubat'ta başlamış, 2013 Mayıs'ta bitmiş "Toprak" denemesi.

Toprağa atıldık. Ve büyümeye başladık. Sonra içimizdekileri dışımızda gösterdik. Yani neysek onu büyüdük. Toprak bizi şekillendirdi, nereli olduğumuzu söyledi. Bazen çorak oldu, kısıtladı ama güneş, yağmur armağanlar oldu daha’lar için.

Doğduk. Ve olgunlaşmaya başladık. Sonra ruhumuzu tavrımızda gösterdik. Yani neysek onu büyüdük. Çevremiz bizi şekillendirdi, nereli olduğumuzu söyledi. Bazen ufkumuzu daralttı, tiplere hapsetti ama lütuflar gayretler armağanlar oldu daha’lar için.

Bu klişe tema başlangıç için kâfi. Tohum, toprak ve gökyüzünden gelenler. Ya da insan, çevresi ve ona verilenleri. Bu iki grup az sonra yazılacaklar için birbiri içinde bağdaşmalı ve gayet muntazam bir uyum göstermeli.

Ne olduğunu, neden olduğunu ve nasıl olduğunu irdeleyen, bilmek isteyen (çünkü sadece bilmeyi sevdiği içindir) soruların başlangıç için olması gerekenler. Çünkü sen büyüyeceksen; büyüyeceksin ve nihayetinde kim olduğuna geleceksin. Keşfin ruhunda başlayacak sonra olgunlaşacak. İlerlersen ve sana verilirse keşfini tamamlayıp toprakta biteceksin.
2009, Şubat

*
Ben hep zannederdim ki tohum’dur asıl olan. Tohumu iyiyse ve güzel, muhakkak patlayacaktır bir yerlerden kendi ağacımızın. Ve tohumun niteliğidir ağacı ağaç yapan. Ve ben hep sevinmiştim tohumuma, rengine, dokusuna ve niteliğine.

Ama yanıldım. Çünkü toprağın kararlı,değiştirilemez, o sert gücünü yıllarca yok saydım. Toprağı ve mahiyetini öğrenemedim. Mütevazı, kararlı ve yerli yerinde, hiç sağlam olamadım, duramadım. Çünkü hassas, zayıf ve salaktım.


Topraktan yaratıldım, pişmiş çamurdan; alak! Ama ben başlamam gereken ilk yeri bilememişim ki. Toprağa baksaydım hikâyemi görecektim, aslımı ve mahiyetimi. Ama ben tüm bu zamanın veletleri gibi ateşe, ateşten yaratılana içten içe imrendikleri gibi göz diktim. Ukdeli bakışlar parlattım gözlerimde. Yetmedi içimdeki ateşi ayan ettim, uzağımdaki alevlere imrenip içimde kara ateşler büyüttüm. Kara ateşi, ah o çaresiz kıskançlığımı.
Su’yum geldi imdada ama buharlaşıp uçtu o da. Hava’mda yeller esti ama o da serinletemedi. İçimi serinletecek tek bir şey bulamadım.

Bir türlü patlayamamış –Sezen Aksu’dan geliyor, aaç, kardelen aaç- hala cenin uykusunda bekleyen tohumum, filizlenmeni, yeşillenmeni beklemiyorum artık. Ağaç olman gibi bir düşüm de yok. İstersen o mahiyetini bir türlü anlayamadığım toprağın altında sonsuza kadar kal. Geber. Belki gübre olursun.
Şeytanın dahi çamur diye horladığı, kendi ateşinin yanında çorak ve değersiz gördüğü mahiyetim, seni anlayamadığım müddetçe bir .ok olmayacak benden.

Toprağın çorak’sa, suyun az’sa ve havadan, güneşten yana nasibin kesikse ve ateş’lere atılamayacak kadar aşktan uzaksan sakın ağaç olma düşü kurma içinde.

Çeneni kapat ve sonsuza kadar bekle içinde. Çorak toprağının, memleketinin ve de içinin, içinde. Seni ol(a)madığınla sınayan, belki de toprağın mahiyetini anla diye gömen Zat’ının izzetine.

*
Ah.. Aklıma dindar ama çorak gençlerin pek sevdiği, ah benim de ufakken sevdiğim Necip Fazıl mısrası düştü, şaka gibi, inadına düştü şimdi.

Google’den bulup, iğneleyelim güzelce;
Tüm bu mızılamalara Necip Bey’in o kendinden pek bir emin sesi, tane tane söylüyor;
Tohum saç, bitmezse toprak utansın!
Hedefe varmayan mızrak utansın!


*
Kendi’mi, ben’imden başka acıtacak; yoktu iç’imde.
2013, Mayıs 19.
Gece.

ZM / Ama

 
1 şey, her şey olamaz. Ama bu post zamanın insanının istediği ilk şey her şey olmak. -Ehad & Vahid- Her şeyden biraz almak. Müziği bile her türden dinler mesela, her türden arkadaşı olsun ister, ah o evrensel ve tüm “alt” kümeleri kapsamak ister.
 
Fazla renkli olmakla övünüyorlar, hatta bunu bir kültür ayıracı sayıyorlar ama ya cümbüşse renkleri? Rengârenk diye umduğumuz, gururlandığımız ya çirkin bir cümbüşse? Ne yuvarlak bir zaman. Ne kadar top. Gri.
 
*

İnsan bazı şeyleri sevmez. Zerre aidiyet hissetmez ama o bazı şeylerle haşırneşir olmak zorundadır. Mesela? Mesela tüm bu zamanın herşeyci çocukları. Ve onların tıklımlaştığı şehirleri.

Beşiktaş’ta bir estetik merkezi ve artık gittiği her yerin yabancısı naçiz bedenim. Ah ne güzel temaşa. Can sıkıntımı def etmek için elime aldığım “Class” isimli bir dergi ve onun sayfaları. Belki sahip olmak için neler verdikleri sıfatlarıyla CEO’lar ve neredeyse aynı yüze sahip kadınları. İnsan bazen kıskanmaz. Bazen her şeyi kıskanır ama bazen tekbir şeyi kıskanmaz. Baktığım yüzlerin tekini dahi yakışıklı bulamamamın, “kadınlarını” kıskanmamamın ve hiçbir zaman ‘çok zengin’ olmak istemememin cevabı.

*

Ne inkâr edebiliyoruz mertçe ne de gidebiliyoruz bir doğrunun doğruca peşinden. Hükümlerini yapmıyorsak, ne anlamı var Müslüman olmanın. Ya da ‘bankacı’ olacaksak ne anlamı var sosyalist olmamızın, meydanlarda bağırmamızın.

Emir varsa neden itaat yok?
Ve emri tasdik ediyorsak neden emri seçim yok?
Namaz farzsa niçin kılmıyorlar Müslümanlar?
Ya da niye devleti alaşağı etmiyorlar anarşistler?

Ben böyle miyim, böyle olabilir miyim? Bir doğruyu seçip ona dayanabilir miyim? Dayanabilirsem, yaşayabilir miyim?

Ama. Ama. Ama, değil mi.
Ah bizim yazgımız sonsuza kadar ama demek, değil mi.

Belki içimdeki hazımsızlıkla yazıyorum, hayır inkâr etmiyorum ama sahtekârca, sahtekârca Allah’ım.

 
2013, Mayıs / İst.

Sen Aydınlatırsın Geceyi

Afiş sloganı güzeldi. "İnsan endişeden yaratılmıştır"














Sinemalarda gösterime girmeyen ama ne kadar şanslıyım ki okulcuğumda da galası yapılan Onur Ünlü'nün "Sen Aydınlatırsın Geceyi" filmi -hakikaten ne anladım bilmiyorum ama- fena değildi. Fotograf karesi sahneleri ise gayet güzeldi. -Cemal'in Shakespeare'den filme adını veren şiiri okuduğu sahne başta olmak üzere, gökyüzü, kuşlar ve tarlalar sahneleri-

Aklımda ne kalmış diye bakıyorum da, ilki Cemal'le Yasemin'in gazoz içeriz masası'nda, hapları içip, uçuyorum sandıkları -hakikaten de uçtukları- aşık olma an'ından hemen sonraki kusmak sahnesi, ikincisi kandan gözyaşı döken adam, üçüncüsü kitap satan kızın kollarına düşmek üzerindeyken Cemal, gökler'den gelen taş yağmuru, elleri tabanca olan adam, gök'ün sırlı halleri... -çokmuş-

Film sonrası Onur Ünlü'nün soru-cevaplardan oluşan söyleşisi ise "tipik"ti. Hakikaten de haklı, eserleri ve sahiplerini, eserlerden bağımsız düşünmek gerekiyor, çünkü eser sahibi olarak umursamaz üsluplu, o tipik saç-baş karıştıran halleriyle tipik sanat yönetmeni havasındaki, hep farklı hissettiğine/anladığına/konuştuğuna içten içe inanan ama farklı olmaya çalışmadığını ısrarla belirtmeye çalışan o adam'a bir türlü sempati duyamadım çünkü.

*

Bunu etrafımdaki hevesli kalabalığa, hallerine, sorularına yoruyorum ve hatta "yenilmiş kıskançlık"tan kaynaklandığını seziyorum ama bazen hiçbir şey olmak istemiyorum Allah'ım.

Mayıs 14, 2013

An II

Belki bir saniyedir. Belki beş saniye sürer. Belki hiç geçmiyormuş gibi geldiğinden "süre" hesabıyla beş dakikayı da bulandır.

Kısaca hesaplanamazdır. Hesaplanmanın akla dahi gelmediği zam'andaki donmuş resimlerdir. Bu yüzden mi fotograf an'ı saklar? Bu yüzden mi ölüm an'ıdır, aşık olma anıdır, rezil olma an'ıdır.

Mesela mı?

*

Mesela Midyat'ın sabun ve baharat kokan sokaklarının birinde karşıdan tüm bir uzaklığı ve karalığıyla gelen o adam'la karşılaşma an'ı.

Birdoksan boylarında, siyah keten gömlek, siyah keten pantol ve siyah kipa giyinmiş, beyaz tenli ve uzun, kızıl, kıvırcık saçlı o museviyle karşılaşma an'ı. -rezmen itiraf.com tasvirlerine benzedi allam-

Başımda soluk kiremit rengi şalım benim, onun başında siyah kipası, iki semavi dinin "sembolleri" -buraya kinaye- başımızın üzerinde -buraya mecaz- birbirimize uzak ve çekingen bakış an'ımız.

Kuple XIII

"öbür dünya cennetini
kursam kendi içimde

sonrası rüyalar, 
rüyalar
rüyalar..."


MFÖ / Rüyalar

Tanımlar XXVI / Ayrılık

Martin Heidegger, Sartre, Jaspers, Beckett ve Erich From gibi düşünürler insanın yalnızlığından söz ederler ve derler ki yalnızlık, günümüz insanının felsefe, sanat ve edebiyatının ruhu haline gelmiştir.

Ancak ben bu temel duygumu dile getirmek için yalnızlık kelimesini bir terim olarak seçmekle hata ettim. Yani benim söylemek istediğim şeyin Sartre'nin, Heidegger'in, hiççiliğin, modern saçmalığın ve hatta günümüz Batılı varoluşçuluğun söylemek istediğiyle aynı olmadığı için, onların etkisi altında yalnızlık(solitude) kelimesini kullanmamam gerektiğinin farkına varamamıştım. Ben hayat felsefemde ve antropolojimde bu temel duygumu ifadeetmek için "ayrılık" kelimesini seçmeliydim.

Ali Şeriati / Dua
"Yalnızlık mı, Ayrılık mı?"
(syf: 58)

*

yalnızlık değil bu, ayrılık. çünkü ait olduğum bir yer var. ait olduğum yer bu dünyada yok diye, yalnız olmam, olsa olsa ayrı düşmüş olurum. o halde içinde olduğum durum için yalnızlık değil, ayrılık kelimesi kullanılmalı, çok doğru.

Mayıs 07, 2013

Tanımlar XXV / İhtiyaç

İnsan hayatı boyunca kazandıkları ölçüsünce değil, aksine hissettiği ihtiyaçlar ölçüsünce insandır. Her insanın yücelik ve olgunluk seviyesini, duyduğu ihtiyaçların yücelik ve olgunluk derecesiyle, kendisinde duyduğu eksikliklerle tamı tamamına ölçmek mümkündür. Yani kimin ihtiyaçları daha mükemmel, daha yüce ve daha gelişmişse, o daha çok insandır. Küçük insanların ihtiyaçları küçük, büyük insanların ihtiyaçları büyüktür. "Zengin olanlar daha çok muhtaçtır." ince hakikatinin anlamı burada ortaya çıkmaktadır.


Ali Şeriati / Dua
(syf: 54)

.: poğaça tarifi :.


resim;
























"sevimli bebek resimleri" arşivinden fırlama bir resim değil, zinhar. bebek resimleri arşivim falan yok.

bu başka bir şey. bu tam anlamıyla poğaça tarifi.
tombiş parmakların "peace" işareti yapması yoksa kolların mayalı hamur pofudukluğunda durması mı bilemedim ama bu başka bir şey.

Mayıs 05, 2013

Kuple XII

"yerle gök arasında
bir yerdee

...

ah bu ben, kendimi
nelere koşsam
saklansam bir yerlerde, gizlice ağlasam"

*

her bir mısrasına güzellemeler hak eden bir "ben" şarkısı.
hem ben, hem de ben'in şarkısı.
aşk şarkısı değil, yol şarkısı değil. hüzünlü, gamlı hiç değil. kendi kendine söylenen bir ben şarkısı.

 nefsi levvame makamında Mazhar Alanson söylüyor; Ah Bu Ben.

Mayıs 03, 2013

Mayıs 02, 2013

Şerh Edilmiş Şarkılar IV / Teoman, Ne Ekmek Ne De Su

 

Kara gökyüzü ve kara deniz manzaralı gece yarılarından birinin keşiflerindendi o da. Bir şarkının aslında bir münacaat olduğu keşfi. Bir ölümlüye yazılmıştı belki. Ama benim için tam anlamıyla o an’ın şarkısıydı.

19 yaşındaydım. 9. Katında bir terasın, bir gece yarısı, üzerimde eski, kara, kapşonlu montum, yarasa, karga gibi hissederken halimi, terası turlaya turlaya dinlemiştim ve demiştim; bu şarkı bir ölümlüye yazılmış olamaz.
 
*

“Uyanıver gökyüzüyle sonsuzluğa”

(Sözlerin arkasındaki müzik çok güzel. Soluk alıp-vermeyi anımsatıyor. Ya da daha tanıdık bir ifadeyle bir hasta’nın iniltilerini. Gökyüzüne bakıyorum, yıldızlara bakıyorum. Sonsuzluğun yanıp sönen o milyonlarca ışıklarda parıldadığını seyrediyorum.)

“Unutuver hatırlarsa ellerin”

(Duaya bir atıf mı?)

“Süzülsün dudaklarından yıllar boyunca
Son bir nefes, acın katlanınca

Bana yoksun biliyorum
Usul usul eriyorum
Kararıyor gözlerim
Yorgunum”

(Yeisteyim. Her şey çok kötü. Belki vize tarihlerini dahi unuttuğum, umursamadığım günler. Sözlerdeki acınası ve tam anlamıyla hasta ifadelerde rahatlıyorum ama. Düşkün olmaktan tuhaf bir zevk duyma aşaması. Mazoşist ama soylu, halinden memnun ıstırap.)

“Yığılır kalır yüreğim dolu, gözlerimde
Tar atar deniz, geceler indiğinde”

(Gökyüzü bulutlu. Gözler bulutlu. Üzerinde ışıklar oynaşan denize bakıp, şarkının bu an için yazıldığı hissi. Kendimi o an’da kaybediyor hissi. Gecenin soğuğundan ve kara’lığından hoşlanma hissi.)

“Ne ekmek ne su
Sensizlik korkusu
İstemem yeter ki sen
Yanımda ol yeter”

(Belli değil mi. Aşikâr değil mi.)

*

Artık böyle şeyler hissedemiyorum pek. Bulutun ve yağmurun ikliminden koptum da bir hayli. Ama güzel. Bu şarkıyı her duyuşumda, rastgele modundan her çıkışında, o içinde zerre beşeriyetin olmadığı, adlandıramadığım tuhaf bir aşk halinin olduğu o “keşf geceleri”ni anımsamak güzel. O yaşım, o halim ve tek’liğim güzel. Çok güzel.

Belki, teklif etseler, sonsuz’a kadar, o an’da kalabilirdim. Mümkün olabilseydi.

Mayıs 01, 2013

.: ah :.


Kuzey'den Güney'e gitti Keşfsever. İbrahim'in Nemrud'unu gördü, mest oldu. Nemrut yolundaki, ilk anıt mezarda A'yı buldu. Sevindi. Sonra Fırat'ta durdu. Su'yun güzelliği, serinliği yeterdi ama köprünün bacakları o'na cömert davrandı; H'yi hediye etti. Çocuk gibi sevindi. Sonra, Mardin, Hasankeyf devam etti. 3.günün sonunda sıcağa daha fazla dayanamadı, tam da bir Kurban'a yakışacak şekilde sürekli burnu kanadı.  

ve Keşfsever'in elinde Şark'tan, Güney'den iki harf kaldı;

AH. 

Nisan 25, 2013

Tanımlar XXIV / Uzak

demek çiçek gönderdiler sana. üzüldüm. odanda duruyor, öyle mi? dediğim gibi, odandaki dolap olsaydım, güpegündüz, birdenbire çıkıverirdim odandan. o çiçekler soluncaya değin dışarda durudum hiç değilse. hoşuma gitmedi. her şey o kadar uzak ki.


Franz Kafka / Milena'ya Mektuplar

Hased

Kirill de tıpkı Salieri gibi hasedin yiyip bitirdiği adamdır. Tanrı’nın adil olmadığına inanıp manastırı bile terkeder. Sadece manastırı mı, inancını da.

Kendisi o kadar çalışıp çabaladığı hâlde bir başkasının onun zorlukla yapabildiklerinin, hatta yapamadıklarının bile kolayca üstesinden gelmesine katlanamaz. Kendisi zor belâ adım adım yürürken, bir başkasının uçmasını hazmedemez.
Yaşamın kendisine bağışladıklarından razı olamaz. Gözünü mahrum olduklarına diker. Hased eder.
Rublev’e.
İhbar eder. Onu yok etmek ister.
Tanrı’nın adaletinden kuşkulanmanın adıdır hased.

Kifayetsiz Muhteris


Zavallı Salieri önce teori dedi. Önce akıl. Önce nazariye.
Önce çıkayım, sonra nasıl olsa inerim dedi.
Peki ya yaşam sevinci?
Görmedi. Yaşamadı. Hiç bilmedi yaşamın kendiliğinden düşünceye ve sanata kattığı/katabileceği sevincin ne olduğunu.
Ahengini Cebir’e vurdu. Müziği bir kadavra gibi kesip biçti.
Teoriyi avucunun içine alırsa yaşamı zihnin dizgelerinden üretebileceğini sandı.
Sanat, yani yaşam sözkonusu oldukta çaba kadar yeteneğin de sanatçıya o sıfatı bahşettiğini anlayamadı.
Anladığında ise istidada düşman oldu. Dehaya. Mozart’a.
Hasedi celbetmek için dehasından başka hiçbir suç vasfı olmayan Mozart’a.
 
Salieri çabanın, gayret ve azmin sembolü. Bir kifayetsiz muhteris.
İstidadından fazlasını taleb eden kibr-i mücessem. Elindekine razı olmayan.
Bu yüzden hased ateşinde yanan, kavrulan bir çiğliğin sembolü.

Nisan 24, 2013

Tanımlar XXI / Şişkolar

Bu dünyada, işlerini sıskalardan daha iyi görüyorlardı! Sıskalar, daha iyileri bulunmadığı için kullanılmaktadırlar ve kolayca yer değiştirilebilirler; bunların önemsiz, belirsiz bir varlıkları vardır. Buna karşın göbekliler, daima sabır ve sağlam makamlarda bulunurlar; postlarını bir yere serdiler mi hemen etkili ve geleceği parlak şahsiyet olurlar; bulundukları makam sarsılmaz ve sarsılsa bile onlar düşünmezler, gösterişi sevmezler; suratları sıskalarınki gibi özenli bir şekilde tıraşlı değildir ama keseleri daima tanrısal bir bereket ve bollukla doludur. (...) sonunda göbekliler, Tanrı'ya ve Çar'a hizmet ettikten sonra, büyük bir saygınlık kazandıkları resmi görevlerini bırakırlar, yer değiştirirler, emlak, arazi sahibi olurlar. Bunlar; o zaman, refah içinde yaşayan gayet konuksever, yüce gönüllü asilzadeleri namını alırlar.

Gogol / Ölü Canlar
(syf: 10-11)

*

yıllar evvel süpermarketten 3-4 liraya aldığım eşsiz çevirili(!) -yine de okuyorum, burun kıvırmıyorum- bu nadide eser şüphesiz ki "şişkolar" üzerine az bile söylemişti. madem şişkolardan girdik söze, o zaman biz de zarif, narin, ince, zayıf ve son olarak sıska kelimeleri üzerine bir iki cümle edelim. karakter tahlili ve ruhsal boyutuna girmeden ama.

zarif / narin / ince / zayıf / sıska (hoştan nahoş'a ilerleme kaydediyor)

zarif : ölümlü insan bedeninin en güzel hali. ince, uzun ve düzgün iskelete sahip beşerlerde görülür, seyr edilir. fazla söze gerek yok.

narin : başta "genç kız"lar olmak üzere genç yahut çocuksu insanlara yapılan yakıştırma. zarifin keskinliği ve ihtişamından uzak. gelincik çiçeği'ne söylenmiş gibi.

ince : zayıflık ve zariflik arasında kalmış, ne itici ne de çekicilik kazanmş bedenler için. zarif'e daha yakın.

zayıf : haline zariflik, narinlik ya da incelik vurmamış bedenler için. olması gereken hale henüz gelmemiş, eksik kalmışlar için. hoş olmayan incelik.

sıska : çirkin inceler. abartık(?) zayıflar.


-evet. biraz saçmaladım-

Nisan 20, 2013

Kuple XI

"her şey bir rüya olsa,
unutarak uyansam."

Tanju Okan / Öyle Sarhoş Olsam Ki

*

benim içkim; uyumaktı çünkü.
uyuyunca insan, unuturdu çünkü.
amaçsız ve niçinsiz bir yaşamı umursamamanın en pasif yoluydu çünkü.
uyuyunca insan kaçardı çünkü.
"kâbusa dalmak pahasına"


(tırnak içi: ismet özel : of not being a jew)

Nisan 18, 2013

Tanımlar XX / Kapı

bazen, karşılıklı iki kapısı olan bir odamız varmış gibi geliyor; ikimiz de kendi kapımızın kolunu tutuyoruz, birimiz gözünü kırpsa, diğerimiz kendi kapısının ardına kaçıveriyor ve ilki tek bir söz söylemeye kalksa, ikincisi kesinlikle çoktan kapıyı arkasından kilitlemiş ve gözden kaybolmuş oluyor. kapıyı tekrar açacak, çünkü bu belki de insanın terk edemediği bir oda. ilki ikincisine bu kadar benzemese, sakin olsa, ötekine bakmıyormuş gibi davransa, odayı sanki herhangi bir odaymış gibi yavaş yavaş düzene sokacak; ama bunun yerine, o da kapısının orada aynı şeyi yapıyor, hatta bazen ikisi de kapılarının arkasına saklanıyorlar ve güzelim oda bomboş kalıyor.


Franz Fafka / Milena'ya Mektuplar
(syf: 52-53)

Tanımlar XIX / Mektup

(Prag, Mart sonu, 1922)

"...mektuplardan nasıl nefret ettiğimi bilirsiniz. hayatımın bütün mutsuzluğu -bunu söylerken niyetim yakınmak değil, genel bir bilgi mahiyetinde saptama yapmak- mektuplardan ya da mektup yazma imkanından ileri gelmiştir diyebilirim. insanlar beni bugüne kadar hiç aldatmadılar ama mektuplar hep yaptı bunu; üstelik başkalarınınkiler değil, kendi yazdıklarım.

...mektup yazma imkanının basitliği -sırf teorik olarak bakarsak- ruhların korkunç sarsıntısını getirmek bu; üstelik sadece mektubun yazıldığı kişinin hayaletiyle değil, insanın kendi hayaletiyle de ilişki kurması.

...uzaktaki bir insanı düşünebilir ve yakındaki bir insanın elini tutabiliriz, geri kalan her şey insan gücünü aşar. ama mektup yazmak hayaletlerin önünde soyunmak demektir, ki onlar da aç kurtlar gibi bunu bekler zaten.

...Bayan Milena, yazmayı belki de en sevdiğim kişi sizsiniz."


Franz Kafka / Milena'ya Mektuplar
(syf: 293-294)

*

bazı kitaplar ne kötü.
kaç senedir aklımda olduğu halde okumadan vurulacağımı bildiğim halde okumadığım, ertelediğim bu kitabı okumak ne kötü.

Nisan 10, 2013

ZM / Ama(ç)


"Bir taş at
Bir taş daha at
Bir şiir ateşle"
Bugün 14.00’de vizem var. Ama vakit var hala okumaya, son gün notlarını. Saat neredeyse bir buçuk. Demek ki yaklaşık on saatim var. Ohh.

-Tembelliğe Övgü: 16. Yaşımdan beri ödev yapmıyorum. Sınavlara son gün çalışıyorum. Test çözmekten nefret ediyorum. Müzik dinlemeden ders çalışamıyorum. Çalışma masasında maksimum 40 dakika kalabiliyorum. Ertesi gün ki 2 vizemi “unutmuş” ve bunu tesadüfen öğrenmiş insanım.-
Allam allam biliyorum yine mızılayıp gideceğim, yapabildiğim tek şeyi yapacağım ama biraz farklı bu sefer. Sayfaları, yılları bu hisle doldursam da farklı bu sefer.
Depresyon, atalet, genetik şanssızlık bunlardan değilse eğer, ben de bir sorun var Allah’ım. Çünkü Camus’un sorduğu sorudan kurtulamıyorum şu an. Hakikaten değer mi yaşamaya. Bakınız, hakikaten depresyon, genetik şanssızlık, aşk acısı, taşra sendromu değil bu. Bu sorudan kurtulamıyorum. Yaşamın yaşanmaya değer olup olmadığını sorgulamak, intihar etme eğilimi velhasıl kelam depresyon belirtisi mi illa? Yaşamaya bayılmak mı normal olmak?
Düşünüyorum. Yemin ediyorum düşünüyorum. Ve bir neden bulamıyorum. Kazanacak bir şey yok. Bir yarış yok. Yenme isteyim yok ya da. Belki de var ama yarışa atılma atikliğim kalmadı artık. Tamam, kazanmayı zaten boş ver. Amaç? Niye bulamıyorum ki içimi delirten bir amaç? Niye fanatiklere dahi bahşettiğin o tutkudan vermiyorsun bana? Malcom X’in hırsından istiyorum, bilmem hangi sanatçının tutkusundan istiyorum. En deruni adamların hislerinden istiyorum.
Ama, ama. Benim kelimem bu; ama! Hırs, ukde ve hasetten başka duygu kaldı mı artık hissettiğim? Tazecik, yaban gülüm benim, âşık ol o zaman. Pıt pıt atıversin kalbin. Hava zaten hazır, güzel, mis gibi. Kokular vurur burnuna âşık etmek için. Çiçeklerin altlarında gezmiyor musun, kokularını ciğerlerine sürmek için. Ama olmuyor ki canım benim, iticisin sen. Dişi isen çiçek olman lazım. Çekmek için vardır çiçek. Hem ne diyor Feridun abi, "çiçekleer, çiçekler sevildikçe büyür"
“Kendine dışardan bak” diyor da psikolog abla, gözlerim içimde benim. Resimlerime bakar gibi mi bakayım yani? Kendime gözlerimle mi bakayım? Ama aynadaki ben ve resimlerdeki bende uyumsuzluk var. Birindeki, diğerinde tezatı oluyor. Peki, yüzüm hangisi. Aynadaki mi, resimdeki mi?
Kaçının kokulu günlüklerindeki cümlelerinden bunlar? Ah, aynı cümleleri mızıklayan kaçıncı ergenim ben? Sırf bu aynılık acısı için bile tepkisizliği seçmez mi insan?
Bakınız yine aklıma düştü. Kursta speaking seviyemizi ölçmek için sorulmuş o soru. “what is the meaning of life?” o zaman değil ama sonra keşf demiştim. Keşf dediydim.
Neredeki?
-bana 1 Ç lazım-
 
2013, nisan 10 / 02:31.

Nisan 09, 2013

Ağlamak'lı Şarkılar



Adında ağlamak geçen çok şarkı var. Ağlamak'lı da çok şarkı var. Yine Sezen Aksu'dan ve aynı isimle Badem'den Sen Ağlama, Guns n Roses'den Don't Cry var. The Man Who Cried'ın soundtrack'ı da var. Bana göre ağlamak olan şu; müzik var. Ama başlı başına "ağlamak" üzerine yazılmış sanırım tek şarkı bu.

İstediği kadar klişe olsun, en ucuz programların duygusal an'larına fon müzik olsun. Sözler ve tıpkı ağlamak olan beste çok güzel. Yorum farkı ama Göksel'in Ağlamak'ı daha güzel. Ama sakıncalı o klibi elbette ki buraya düşüremem.
 
*

Ağlamak'a Güzelleme;
 
"Ağlamak senin kara dünyanda
Hala sevdiğin ve hissettiğin
Tüm güzelliğin ve çirkinliğinle
Var olduğundur, var olduğundur

Ağlamak güzeldir
Süzülürken yaşlar gözünden, sakın utanma."

-içine acı kahkahaların karışmadığı ağlamalardansa ama-

Nisan 06, 2013

Kırık Kalp Sesi

 
Çocukken en güzel bulduğum aktris; Gülşen Bubikoğlu ve Tarık Akan'ın başrollerini paylaştığı "Ah Nerede" filminde duymuştum ilkin. Çok sevmiştim.
 
Nasıl ki bazı müziklerde beşeriyet namına tek bir şey yoktur, Pachelbel'in Canon'u gibi. İşte bazı müziklerin her zerresinde de beşeriyet vardır, bu müzikte olduğu gibi. O kadar romantik bir tınısı var ki. Tam bir bali-kesir; kırık kalp sızısı. Ama hüzünlü, ama ukdeli, ama mağrur.
 
Kulak verelim.

Nisan 05, 2013

Ölmeden Önce Yapılacaklar Listesi III

38. bu 4 isimleri koymak ya da hediye etmek.

Sophie(aynı zamanda "Sofi") : kız ismi. Sophie'nin Dünyası, Sonsuza dek Sophie, Howl'un Sophie'si ve de "Sofi" menbaali. akıllı ve zarif çağrışımlı.

Kudüs : unisex isim. ama kız ismi olarak daha güzel. çok güzel. kutsal, görkemli ve güzel. sanki bir kraliçe adı.

Doğu : erkek ismi. toprağı, sağlamlığı ve koca bir medeniyeti çağrıştırdığı için belki.

Işık(Işk) : bu da unisex bir isim. sade ama özel bir isim. aşk, sarmaşık kastlı.

Nisan 03, 2013

2013, Nisan 2

konser ne güzeldi. hani neredeyse bu zamanın iki ozanı, saz üstadı -sazı ve sesini pek sevemesem de- iki dostun -erkan oğur & ibrahim hakkı demircioğlu- bu toprağın deyişlerini, bestelerini, gün yüzüne çıkarttıkları ezgileri ne güzeldi. sahneye çıkarken dahi gündelik kıyafetler tercih eden halleri ne güzeldi. meğerse final'e saklanmış, o yüzden bir türlü çalınmak bilmemiş "zeynebim" türküsü ve arkalardan esere en gamlı sesiyle eşlik eden "unknown artist"in sesi ne güzeldi. ama oldu mu şimdi. hiç oldu mu. konserin hemen sonrası gidilen pastanede, hala sıska bacaklarda iğreti duran ama inatla, inadına giyilen -üçüncü sefer(!)- o melun ayakkabıların gecenin sonunda bana yaptığı hiç oldu mu. franbuazlı pasta yesin güzel güzel de, neredeyse upuzun bir çubuğa dönüşmüş, pür-i huzursuz ve rahatsız bedenin kalkarken lamba süsüne çarpması hiç oldu mu. "tak!" -zemine düşen kalın bir kitap kadar tok- "allam, allam, allam" iç sesi. ve espriye vurmaktan başka çıkar yol kalmadığını anlamış mağdur, mazlum ama mağrur halimin "acımadı ki, acımadı ki" edasındaki o bedbaht klişe "kafam sağlammış" beyanatı. üzerine bir kuple kızarmış surat ve kahkahayla örtbas edilmeye çalışılan sesli gülüşler. ve tam olarak bu durumlara niteleyici yaptığım necip bey'in meşhur "arkamdan bir kahkaha duysam yaralanırım" mısrasına cuk oturma, koca bir gülüşünü zap etmeye çalışan garson. ohh..

bugün de çizdirmişiz pırıltılı, pembe cadillac'ı desene hektor.