Carl Vett: teoloji ve antropoloji öğrenimi gören, psikoloji alanındaki çalışmalarıyla tanınan, uzun yıllar Avrupa’da büyükelçilik yapan bir Türk
ile tanışması sonucu İslam’ın mistik yönelimlerine ilgi duyan ve 1930’larda
çeşitli tekke ve zaviyelerde zikir ve sohbetlere katılan İsviçreli bilim adamı.
Tekke günlüğü isimli eserinden Şeyh Esad Erdebeli ‘den naklen;
“çeşitli İslam ülkelerinden birbirinin
dilini bilmeyen dört hacı, çölden geçerek Mekke’ye doğru yola koyulmuşlar” diye
başladı şeyh. “vahada ilerlerken bir metal para bulmuşlar. Eğer bunu bozdurup
her birisine dağıtacak olurlarsa, ellerine neredeyse hiçbir şey geçmeyecekmiş. Bu
nedenle bir şeyler satın almaya ve satın aldıkları şeyi paylaşmaya karar
vermişler. En yaşlı olanı Arapça olarak üzüm istediğini söyler. Bir sonraki
bunu farsça ifade eder, üçüncüsü aynı şeyi Türkçe olarak ister ve sonuncusu da
bu isteğini Kürtçe ifade eder. Farklı dillerde aynı isteği ifade etmelerine
rağmen, birbirini anlayamadıklarından dolayı kavgaya dönüşen bir ağız dalaşına
tutuşurlar. Ama dört dili de anlayan beşinci hacı geldiği ve her birine
paylarına taahhüt ettiği vakit, hepsi sakinleşti."
"Sana ruh hakkında soru soruyorlar.
De ki: Ruh, Rabbimin bileceği bir şeydir.
Size pek az ilim verilmiştir.”
İsra, 85
k: "bedenim ben mi, benim mi?" (tırnak içi; ömer tuğrul inançer)
l: ben dersem benden ayrı bir kişilik yüklemiş olurum. benim demek sanırım daha doğru. benim için bedenim benimdir. ben değil. arada bir boşluk yok. ruhumla bedenim arasında bir boşluk mesafe yok. zaten olmamalı. olursa dengesizlik olur. sistem doğru çalışmaz. gerginlik oluşur.
k: bu soruya verdiğiniz cevap ruhun yahut benzeri bir şeyin varlığına delil değil midir?
l: ben, beden ve ruh toplamından ibarettir zaten. ancak bedenin ölmesi ruhun ölmesi anlamına gelecektir diye bir şart öne sürmek sanırım çok doğru olmaz.
k: o zaman bir soru daha. madem ben dediğimiz şey bedenimizden ibaret değil. bedenin ölmesi durumunda, ben'e de ölmüş diyebilir miyiz? ve ben'den geriye ne kalıyor ve o ben'e ne oluyor?
l: cevabı biliyor gibisiniz. sizce ne oluyor ?
k: cevabını bilsem de soru sormak hoşuma gidiyor. bence bir yerde duruyorlar. beklemede. madem bedenim ölünce ben ölmüyor o zaman ölümden sonra hayat var mı?
l: olmasını ister misiniz? ruhunuzun ölünce o hayata gitmesini mi, -ki bu sizin için muhtemelen muazzam bir hayat olur. sıkıntınız olmaz- yoksa ruhunuzun hep gitmek istediği ama bilemediği yere gitmesini mi isterdiniz?
k: kendimi bana vaad edilen cennetle avutuyor değilim. -bu cümleyi sevdim- şeriati'nin sözünü anımsatmaya gerek var mı. ne cennet sevgisi, ne cehennem korkusu. ikisi içinde bir şey yapmam. ruhumun hep gitmek istediği yer'i bilmiyorum. bu yüzden oraya neverland diyorum.
l: o geldiği yere dönmek istiyor.
k: peki, geldiğim yer, anne karnı mı yoksa ruhumun yaratıldığı yer mi?
l: allah.
*
keşfsever'in yine içi sıkıldı. ve söyledi.
"ben'i bedenden ibaret gören; anne karnını, ruhtan ibaret gören ise bezm-i elesti demeyi tercih etti. cevabı 'ben' ölene değin kimse bilemeyecek."
Kendini ifade etmenin ne çok yolu
var. Harflerle. Seslerle. Ve çizgilerle. Karakalem portre çizmeyi çok
istemiştim. Özellikle de 1 yüzü, tüm hatlarıyla çizebilmeyi. Gözbebeklerini,
yüz çizgilerini velhasıl kelam her bir ayrıntısını ellerimle şekillendirmeyi.
Teşebbüs de ettim ama erken pes ettim.
Ama güzel yazma arzumu
–hala-hiçbir şey geri püskürtemedi. Güzel yazmayı, çocuk yaşlarımdan beri
önemsiyorum. Çok önemsiyorum. Hatta benim için bu tutku mertebesinde bir
takıntı halinde. –güzel olmayan yazıları, yazdıklarımı tek hamlede yırtıp
atabilirim-
Bir kulvar daha var. Çizgilere
hal, üslup, karakter ve ruh kazandırarak yapılan bir kulvar. Genelde mizah
amacıyla kullanılıyor ama ben karikatürde en çok karakterlerin hallerine,
kılıklarına bakmayı ve onların küçücük ayrıntılarını keşf etmeyi seviyorum.
Öyle güzel ki her bir karakteri mesela yüzüyle, gözleriyle, burnuyla hatta pantolonun
duruşu, yüzündeki eblehliğiyle çizgilerle ayan etmek.Tam olarak hitap etmiyor bana ama bir yeri
ruhumun, seviyor ve eğlenceli buluyor hepsini.
Sanırım geçen sene bu zamanlar,
tanıştık. Bana hep, nedense turuncu’yu anımsatıyor. Hatta tanıştığımız ilk gün,
yolda beraber yürürken söylemiştim ona. Turuncu gibi, hareketli, atik ve
enerjik olduğunu. Portakal turuncusu değil ama. Bir şeyler yapmak, denemek
aslında bir yönüyle var olmak isteyen genç bir ruhun kendini ifade etme
arzusunu kastederek. –daha 19 yaşında ve psikolojik danışmanlık bölümünde
okuyor- Canlılığını seviyorum, hatta gıpta ediyorum.
Gece masa başında laflıyorduk,
ellerimi oyalama sıkıntısıyla önümdeki kitabın üzerine çizikler atmaya
başladım, sonra çizikler peçetelere taştı. Masadakilere sevdiği kelimeleri
sorup çizgilerle kitap kapaklarını dolduruyor -P’ye de birkaç şey çizikledim-
p’yi ve dünyasını irdeliyordum ki birden, beni nasıl çizeceğini sordum sanırım.
Kalemlerini aldı, odasına gitti, fazla değil 10-15 dakikaya bakınca beğendiğim
ve gerçekten sevdiğim bu karikatürü çizdi.
Bu kadar karamsar ve mutsuz
göründüğümü bilmiyordum ama sevdim. Ellerimi cebime sokuş şeklimi, kullandığı
renkleri –mor, gri ve siyah- ayaklarımın duruşunu ve elbette ki bankta bacak
bacak üzerine atmış oturan halimi. Sanırım beğenmediğim tek kısım -fark
edilmiyor ama- boynumdaki makinenin askısındaki nikon baskıları. -gülen surat-
Beğendiğim diğer kısımlarsa, bir
yol üzerine, bir yol üzerinde olmam ve bulutçuktaki ifadeler.
Görünür kılalım;
“
Vardı, vardı bir gariplik.
Karanlık,
şeytani bir tarafı var ama huzurlu gibi. Nasıl
desem derin bir acının mutlulukla çevrelenmesi. Neyse
ben bir bloğuma bakayım”
*
Çizgileri, ifadeleri ve ince
ayrıntıları görüp, çizgilere dönüştürmeyi becerebilen P’ye teşekkür ederim.
Çok değil, yakın bir gelecekte
Canlı, güçlü ve içi dolu olgun bir portakal olacağından şüphem yok. -gülen surat-
"inaan, kii senden başka, senden başka, senden başka hiiç kimse yok içimde, kimse yok içimde"
*
ne istediğimi anlamaya yaklaştım mı? yaklaştım mı?
yaklaştım.
elimi uzatacak kadar yakın olup, bırakmak istiyorum. her şeyi, hepsini bırakmak istiyorum.
parmaklarımla kavrayacak kadar yakınken,
her şey, hepsi
benimken,
benim olabilirken,
bırakmak istiyorum.
hepsini bırakmak istiyorum.
*
maya takviminin son günü, 2012'nin en uzun gecesi.
Ne güzel bir teskin şarkısı. Sızlayan bir nefsi, arada ritmi bozulan bir kalbi ve hastalanmış bir ruhu teskin etme şarkısı. Doktoru kendi olan, kendi kendine söylenen bir kendi şarkısı. Hasta kalplerin ilacı. Bana iyi gelmişti. Gece, gökyüzüne bakarak birkaç doz..
*
Feridun Düzağaç beyin şarkıları güzeldir. Sözleri de güzeldir. Kendisini pek tanımıyorum ama canlı olarak dinlediğim nadir, çok nadir sanatçılardan biri kendisi. –yakın oturmuştum sahneye ama uyuzluk mu, tuhaflık mı, yoksa sevgimi belli etme şeklimi diğerlerinden ayrı tutma güdüsü mü ne eşlik etmiştim şarkılara, ne de alkış tutmuştum. Tiyatro izler gibi dinlemiştim kendisini.Son şarkısına ellerimi bir iki kez şaklattım ama-
Hatırlıyorum, klipinde saçlarını kestiği, çocuk halimle etkilendiğim-şarkıdan değil, saçlarını kesmesinden-dipteyim sondayım şarkısı vardı, Kral tv’de(!) çıktığında muhakkak durdurduğumuz. Sonra aşkın e hali, düşler sokağı, fd gibi yine klip çektiği şarkıları. Velhasıl kelam başta fd, alev alev, lavinya, düşlerime kal, cumartesi.. –en iyisi devam ettirmeyeyim-
Son şarkılarını da sevdim. Sadece eski şarkılarıyla sevilen biri olarak kalmadı. Kurumuş ölüyorken, rüya, beni bırakma ve hazırcevap –muhtemelen eklemeyi unuttuğum eserleri var yine- en son hazırcevap diyordum; evet hazırcevap.
Bu şarkı çıktığı, ses yoluyla kulaklarıma vurduğu ve iç’imi meftun ettiği zaman, benim yaşadığım farklı bir dünya vardı. Ve yaşadığım, hüküm sürdüğüm(!)1 başına dünyamın o zamanında benim için yazılmış daha güzel bir şarkı olamazdı. –düşünsenize 1 adam, 1 şarkı yazıyor ve o 1 şarkı, kaçının içini teskin esiyor, kaçının şarkısı oluyor. yaratmak ne güzel, ne güzel-
İntroyu uzun tuttuğumun farkındayım ama gerekliydi. Şarkının sözlerini iç’inden çıkarana da, o sözleri ses yoluyla kulaklarıma getiren melodiye de hürmetimi belli etme adına.
*
Ne güzel bir teskin şarkısı. Evet, teskin şarkısı. Sızlayan bir nefsi, arada ritmi bozulan bir kalbi ve hastalanmış bir ruhu teskin etme şarkısı. Doktoru kendi olan, kendi kendine söylenen bir kendi şarkısı. Hasta kalplerin ilacı. Bana iyi gelmişti. Gece, gökyüzüne bakarak birkaç doz..
“Hayata dair hazırcevaplar var
Öyle çok düşünüp kendini heba etme sen”
-ne güzel başlıyor değil mi. daha ilk cümleyle ilacın varlığını müjdeleyen doktor cümlesi gibi-
“Biraz oku, dolaş, yaşa işte
Kimseye kötülük etmeden”
-yapman gerekeni söylüyor, yapmam gerekeni söylüyor. iki kez söylüyor, kimseye kötülük etmeden, kimseye kötülük etmeden-
“Ah ötekim, tatlı şaşkınım
Gel sen inanma benim her sözüme Kelin merhemi olsa sürmez mi Aşkın yüzü olsa gülerdi yüzüme”
-bu paragrafın kıymeti ah ötekim ve tatlı şaşkınım kelimelerinde.moda olmuş, rahat rahat konuşup yalnızlık ikiyüzlülüğünün daniskasını yapan o insanların kokusunu dahi alamayacağı bir ötekilikse ama. Tam bir “dünya beceriksizi” olduğunuzu yüzünüze vuran anlamında ise ama-
“Dilin yaresi pek acıtmaz
Aşk yarasından yoktur öte Öyle her çiçekten bal alınmaz Niyet oynaktır dikkat et nefsine”
-son iki cümle. nefsi levv eden, tokat atan, tokatın haklılığıyla nefsinize acı ama bir taraftan da zevk veren kısım.“-maz” ın ve “-nefsine” söylenme şekilleriyle şarkıyı iyice zeyn eden kısım. şarkıya iç’en de olsa en çok eşlik edilen kısım-
“Kalbini kırarsa hayat Derin bir nefes al, geçer
Ah bu yanardöner hayat küsme Gün olur rüyalarından geçer”
-derviş sözlü Türkçe müzik. gün olur rüyalardan geçer hayat tanımlamalı.”
“Korkacak bir şey yok, nefes al gitsin Hayat güzel şey neticede Biri aşk derse kalbine sor Kim ne derse yalan, o ne derse öyle”
-en güzel kısım. en sevdiğim kısım. korkacak bir şey yok, korkacak bir şey yok. nefes al gitsin. endişelenme, endişelenme. yanardöner bir hayat için endişelenme. rüyalarından geçer olsa bile yanardöner olan bir hayat için endişelenme,
nefes al gitsin, nefes al gitsin. şşş! sus. nefes al gitsin. yaşa, ömür sür, tüket, bitsin ve gitsin-
*
Eseri ruhuma sevdirdiği için, Feridun Düzağaç’a teşekkür ederim.
Ümitsizliğin nasıl bir şey olduğunu
mu merak ediyorsunuz veya yardımdan ümidini kesmiş bir kalp mi görmek
istiyorsunuz, Flavitsky’nin "Prenses Tarakanova" (1864) adlı
tablosunu muhakkak temaşa etmelisiniz. St. Petersburg’lu bir ressam
Konstantin Dimitriyeviç Flavitsky (1830-1866), fakat şah-eseri Moskova’da.
Galeri Tretyakov’da. Yelizateva Alekseyevna Tarakanova. Rivayete göre, Çariçe Yelizaveta’nın
Kont Aleksey Razumovsky’den olma gayr-ı meşrû kızı.
1762’de tahtı ele geçiren Çariçe II.
Yekaterina döneminde tahtta hak iddiasıyla ortaya çıkar(ılır.) En nihayet
yakalanır ve tutuklanıp Petro-Pavlov Kalesi’ne hapsedilir. Çok geçmeden de bu
zindan ona mezar olur. Hem de gencecik yaşında. Tam yirmi yaşında.
Sanatçı, Tarakanova’nın trajik
ölümünü ebedî bir hikâyeye dönüştürmüş, ve 1777’de vuku bulan bir su baskınında
Prenses’in ölüm karşısındaki çaresizliğini ustaca resmetmiştir. Hücresine dolan nehir sularının
hışmından korunmak üzere yatağının üzerinde âdeta son dakikalarını yaşayan genç
prensesin içine düştüğü yıkıcı ümitsizlik âdeta tecessüm etmiş gibidir.
Hiçliğin sınırına gelmiş bir ruh-ı
mücessemin eriyişi.. Havanın, suyun, demirin, kalbin
soğukluğu... Angst’ın ta kendisi. Karşımızda.
Ölüm. Ürkütücü.
Tanım: karadelik sorular, soruların cevaplardan daha mühim olduğu, soruların ve sorma'nın asıl olduğu sorular demektir.
cevapları zordur ya da yoktur.
1.
şeri hükümler sadece avam, level 1 için mi?
nefs 7 makam, kur'an yedi makam. günah-sevap bunlar da mı makam makam?
hep seviye seviye mi?
2.
birine sadece ve coşkuyla sarılmayı istemek ne anlama gelir?
(sarılma'nın kalpleri karşılıklı birbirine değdirmek güzellemesi dikkate alınarak)
3.
hayatın anlamı, biricik sırrı;
aynı ders çalışmak gibi zor, yaparken yorucu ama ne ekersen onu biçersin mantığıyla mı?
"sınanmak" açıklamasıyla mı?
incinin oluşma süreci gibi, ama sonunda emeğinin karşılığını alacaksın sırrıyla mı?
yoksa;
osho'nun, kısmen kabala'nın, bu dünyanın, 1 dünyanın nimetlerini tadanların da dediği gibi fazla zorlamadan mı, keyfe bakarak da mı?
niye ilk varsayım daha sahici, daha samimi?
4.
mutlu olmak istemediğini, hüznü ve acıyı diğer her şeyden daha derin ve güzel bulduğunu anlayan, kafasına dank ettiren, ben böyleyim demek ki'yi fark eden bir ruh hasta mıdır?
(başarılı olabilir çalışsa ama çalışmıyor,
sevdiği birini etkileyebilecek güçte belki ama ukdeleri ve kıskançlığı, sevgiye ve aşka tercih ediyor,
nihayetinde çoğu olumsuzdan, olumlulara kıyasla daha fazla haz duyuyor)
bu alametler hastalık mıdır?
hastalıksa ne yapmalı?
V-vau T-nrı'nın bizim âlemimize inen ışığını
sembolize ederken ondan sonraki harf olan Z-zain bu ışığın "geriye
dönen" imgesi olarak kendini gösterir. Işık muazzam bir kuvvetle geriye
dönerek geldiği kaynağı bile aşarak yükselir. Kabala'da ışığın bu geri dönüşü
yedili şamdandan(menorah) yükselen duman ile simgelenir. Bu da T-nrı'ya olan
özlemimizi ve ona bağlanma çabamızı ortaya koyar.
Zain İbranice'de kelime olarak
"silah" ya da kılıç anlamına gelir. Zain harfi formunda yukarıya
doğru yükselen ışık kılıcın(harfin) üstüne doğru gelerek iki yöne doğru ayrılır
ve tutanak yerini oluşturur.
Hayat
ağacı’nda bilinçüstünün en üst seviyesine(kether) karşılık gelen bu noktada
T-nrı’ya duyulan sevgi ve huşu ile karışık korku birbirinden ayırt edilemez durumdadır.
Kılıcın tepesi her iki yöne de bakar ve bu yönlerden sol taraf T-nrı’ya duyulan
huşu ile korkuyu ve sağ taraf T-nrı’ya duyulan sevgiyi simgeler.
Zain harfinin
üstünde bulunan bu taç Kabala’da ayrıca, kocasının tacı olan cesur kadının da
sembolüdür. Yani bir erkeğin bilinçüstünün en yüksek durumuna yükseltilmesi
ancak kadının, kocasının iradesini mükemmelleştirerek yerine getirmesi
sayesinde gerçekleşir.
Zain harfinin
şekli olan keskin kılıç Kabala’da sadece bir silahı sembolize etmekle kalmaz o
ayrıca, gerçekliğin en ücra oyuklarına işlemek suretiyle doğadaki türlerin
varoluş ya da yok oluşunu belirleyen bir araçtır. Dolayısıyla Zain ayrıca kendi
yarattığı canlıların sürekliliğini sağlayan tanrısal devamlılığın da bir sembolüdür.
Zain harfi
ile ilişkilendirilen yedi sayısı ise bir odak noktasıdır. Sepher Yetzirah’ta
altı temel yön görürüz. Bunlar kuzey, güney, doğu, batı, yukarısı ve
aşağısıdır. Bu yönlerin merkezinde ise durağanlığın yedinci noktası bulunur.
Zain İbrani
alfabesinin yedinci harfidir ve hayat ağacında bilgelik ile bilgi’yi birbirine
bağlayan yolu oluşturur.
Zain harfine karşılık gelen
kavramlar şunlardır; Kavram: hareket Uzay/ yön: ikizler takımyıldızı /
alt Zaman: mayıs Beden: sol ayak.
-burada yazılanlar doğru ama mütemadiyen değildir ve elbette sanat sanat içindir-
Her sabah aynı dünyaya, o bildik dekora göz açmak ne tuhaf.
İrkilerek, sıçrayarak uyanmak ne tuhaf. İlk 5-10 saniye kim olduğunu dahi
hatırlamadan, gördüğün, algıladığın her şeyi anlamlandırmaya çalışmak ne tuhaf.
Yıllardır, her sabah uyanmalarım ne tuhaf.
*
Yüzünü ve kendini en çok gösterdiğine selam çak. Ayna’yı boş
gözlerin, şişmiş ve değişmiş suratınla selamla.
Yine okundu öğle. Hep
okunur öyle. Farzın yettiğini farz et ve farzından dahi çaldığın vakitle yüzüne
fondöten sür. Yüzün kendi’n görünmesin. İyi sakla kırmızıları. Kırmızı’ya karşı
önlem al. Ugly but cool, büyük tişörtü giy. Bir şey yemeden evden çık.
Vakfa git. Vakf et. Çocuklara şirin görün. Eğitmeye can at,
eğitim gönüllüsü ol. Çocuklara bilgisayar öğret. Evet ablacım, tamam mı ablacım
de.
İkindi kolektiften ahbapların ‘akşamdan kalma’ evine git. Akşamdan
kalma mezelere ve bardaklara bak. Gürcü şarabının yanında kaçmış ikindiye
yazıklanıp, dün kafa çekilen yerde akşamı eda et.
Akşam başka, daha başka vakfın söyleşisine git. Haklı ve öfkeli
olmalı adamı’nın Suriye’de çektiği acıları dinle. Esad’ın kaka bir adam
olduğuna, Suriye’nin direnişinde ne kadar haklı olduğuna bir daha hükmet. Yanındaki
çarşaflı kadının hiçbir tepkisinden etkilenme.Gittiğin her yerin yabancısı ol.
Yolda biriyle selamlaş. Adının Fidel mi, Büşra mı olduğunu bile
kestireme.
Eski sokağın, uzuun yoluna düş. İçeri geçmiş, gurlayan
midenle markete gir. Abur ve cubur al. Eve git. Sudan sebeplere, en olmaz
şeylere gül. Kahkahalar at. Dişleri yukarıdan aşağıya fırçala. Yüzünü ve
kendini en çok gösterdiğine selam çak. Ayna’yı boş gözlerin ve bitkin yüzünle
selamla.
Yatsı’yı eda et. Kulağa varolmayan ülke’nin, o belde’nin
seslerinden aç. Cenin pozisyonuna geç. Uykulara ve karanlığa git.
9 yaşlarında falandım. Işık tv –belki hala vardır- adında milliyetçi çizgisini açıkça belli eden, hemen her programı bu ülküsüne bağlı yayın yapan bir kanal vardı, ilk orada denk gelmiştim. Kanal sayısı en fazla 25-30’u bulan televizyonumuzda reklam aralarında ya da genel bir zap turunda karşımıza çıkan bir jenerik vardı, adını çok sonraları öğrendiğim bir şarkının çalındığı; Polyushka Polye. Kumanda kime denk gelmişse, çalsın diye diretirdim. Sonuna kadar çalsın diye. Büyük bir vadide atlar üzerinde koşan cesur adamların müziği çalsın diye. Kendimi o yaş çocuklarının çok sevdiği, büyük bir iş becermiş bir kahraman, asker gibi hissederdim. Çünkü kahramancaydı, çocuktum ve hoşuma giderdi.
Müstakil evciğimizin önündeki küçük bahçenin yukarısındaki duvarın üzerinde –zincirleme isim tamlaması diye buna denir- aşağıya bakıp küçük kız cüssemle bu eşsiz eseri mırıldanmışlığım, daha da beteri mırıldanırken -evet burası utanç verici- gözlerimin dolduğunu dahi hatırlarım.
Yıllar sonra Ahmet koç beyin sazıyla yorumladığı, klibinde dişilliğinin tüm hünerlerini kısacık eteciğiyle göbek atarak sergileyen kızla süslediği o çalışması olmasa idi bugün ben bu eşsiz melodinin ne adını bilecektim, ne de bu yazıyı yazdığım kıymetli oluşuma ad verebilecektim.
*
Kırgızlara aitmiş aslında da Ruslar sahiplenmiş, belki de Cengiz’in atlarının müziğiymiş rivayetleri olsa da bugün dünya bu eseri Sovyetlerin cesur devrim marşı olarak tanıyor. Kulak verelim;
Bu ova, Bu engin ova Atları koşar üzerinde çayırların Hey, kızıl ordu kahramanlarının
Hanımlar bakın, Gittiğimiz yere bakın Uzun yolumuz, hızla koştuğumuz Hey, sizin şanlı yolunuz
Her duruma verecek bir cevabınız varsa ya da yığmışsanız her
olası duruma antitezler, mutsuz olmaya mahkûm oldunuz siz. Hani bir kız
demişti,“şaşırmayı severim, en çok
şaşırmayı severim” Her duruma verecek bir cevabınız varsa, öyle kolay kolay
şaşıramayacaksınız siz. Aklıma “surprise”kelimesi düştü. Boş yere değil. Hangimize gerçek anlamı, şaşırmak olan
bu kelime mutluluğu çağrıştırmadı ki. Edilgen de olsalar, verilmiş, vadedilmiş
de olsalar, kaynağı bizden, içimizde değil de, bir başka özne’ye ait olsa da
insanlar sever, biz severiz hazırlanmış, tertip edilmiş sürprizleri.
-Bu girizgahı telefondaki muhatabıma borçluyum. Ve kuracağım
her cümleyle de borca batacağım. Olsun..-
Beni şaşırttığından değil ama. Tüm tavırlarımı,
düşüncelerimi ve kelimelerimi önceden düşünmüşlüğüme, hesapçılığıma ve son
raddede de samimiyetsizliğime yorduğu için.
Elimde değil. Elimde mi ki. Kendi’yle ilgili, ben’iyle
ilgili düşünülmedik bir yer bırakmayan, suyunun da suyunu çıkaran bir varlık,
kendiyle ilgili kurulan cümlelere şaşırabilir mi hiç. İltifatları dahi şüphe ve
gururun incecik süzgecinden geçiren bir varlık herhangi bir eleştiriye
şaşırabilir mi hiç. Ben’i şaşırtabilir misiniz ki hiç.
"fransız şair Gerard de Nerval'in bir kitabını okudum. en sonunda aşk acısından kendini asan şair, hayatının aşkını sonuna kadar kaybettiğini anladıktan sonra, Aurelia adlı kitabının bir sayfasında, bundan sonraki hayatın kendisine yalnızca "kaba oyalanmalar" bıraktığını söyler."
syf: 189
"iki kere eskiden de yaptığı gibi saçlarını çekiştirdi, üç kere lafa karışmak için fırsat kollarken nefesini içine çekip omuzlarını hafifçe yükselterek bekledi. ...güzelliğinden ya da kendimi çok yakın hissettiğim hareketlerinden ve teninden sızan bir ışık, bana dünyanın gitmem gereken merkezinin onun yani olduğunu hatırlatıyordu. geri kalan yerler, kişiler, meşgaleler kaba oyalanmalardan başka bir şey değildi."
syf: 264
"bir akşam Füsun'un karşısında oturmanın verdiği huzur içimdeki cinleri yatıştırınca, mutluluğun çok basit ve herkesin bilmesi gereken reçeteyi keşfedip kendi kendime mırıldandığımı hatırlıyorum.
mutluluk, insanın sevdiği kişiye yakın olmasıdır yalnızca."
syf: 283
Başkalarının görüşü hakkında duyulan abartılı kaygıyı daha
ayrıntılı bir şekilde açıklamak için burada, kökleri insan doğasındaki o
budalalığın koşullarının uygun bir karakterle buluşmasının yarattığı ışık
efektiyle, ender bir şekilde kayırılmış oldukça abartılı bir örneği
bulunabilir. Sözü edilen örnek, Times dergisinin 31 mart 1846 tarihli
nüshasındaki, intikam amacıyla ustasını öldürmüş olan Thomas Wix adlı zanaatkar
kalfasının idamının infazına ilişkin bir haberdeki bir bölümdür:
“İdam için belirlenen sabah, saygıdeğer cezaevi papazı tam
zamanında onun yanındaydı. Ancak Wix, sakin davranmasına karşın, din adamının
nasihatlerine ilgi göstermedi: onun gönlünde yatan asıl şey, utanılası sonunu
izleyeceklerin önünde büyük bir cesaret göstermekti.. Sonra bunu başardı da. Acımasızca
hapishanenin yanında kurulmuş bulunan idam sehpasına giderken geçmesi gereken
avluda şunları söyledi: ‘hadi bakalım, doktor Dodd’un söylediği gibi, az sonra
büyük sırrı öğreneceğim!’ kolları bağlı olmasına karşın, idam sehpasının
basamaklarını en küçük bir yardım almadan çıktı; yukarı vardığında, sağdaki ve
soldaki izleyicilere referans yaptı, bu referanslar orada toplanan kitlenin
çılgın gibi alkışlarıyla yanıtlandı ve ödüllendirildi vb.”
Bu olay, ardından sonsuzluk gelecek ölümün en korkunç biçimi
burnunun dibindeyken, bir araya toplanmış izleyiciler yığınında uyandıracağı
etkiden ve onların zihinlerinde oluşturacağı görüşten başka bir şeyi dert
etmeyen şan hırsının en güze örneğidir. Arthur Schopenhauer / Aforizmalar: Bir Kimsenin Neyi Temsil
Ettiği Üzerine (Syf : 56-57)
9. yeniden, bir tane, uzun koyu saçlı bir barbie bebek almak.
10. bilinmeyen bir alıca, kapıya, adrese herhangi bir şey göndermek.
11. sırf o'na benziyor diye biriyle konuşmak.
12. bağırarak, haykırarak söyleyebileceğim bir cümle bulmak.
13. dayak yemek.
14. bir daha saçlarımı kazıtmak.
15. rezil olacağımı bile bile bir işe girişmek.
16. yüzümü kızartacak bir durum bulup, bile bile, uzun uzun içine girmek.
17. gözgöze gelmek.
18. kan kardeş olmak.
19. böceklerin, çiçeklerin ve otların sardığı bir toprağa uzanmak.
20. bir figür dahi bilmeden dans etmek.
21. önce kahredecek, sonra mutluluktan uçuracak bir yalan söylemek.
22. uykusunda güzel bir yüzü seyretmek.
23. hüngür hüngür ağlamak.
24. sevmek.
25. hakkında hiçbir şey bilmeyeceğim bir mektup arkadaşı bulmak.
26. bir melodi yapmak.
27. gerçek bir mutluluğa varmış bir yüz'ün resmini çekmek.
28. kahretmek.
29. mum alevine daha uzun dokunmak.
30. herhangi bir şeye, esere ya da insana ilham vermek.
31. inek sağabilmek.
32. dilenci kılığına girmek.
33. anne olmak.
34. şımarık çocukları anne babaları görmeden korkutmak.
... kendini martılarla bir tutma senin kanatların yok düşersin yorulursun ... bir deniz kıyısında otur gemiler sensiz gitsin bırak herkes gibi yaşasana sen işine gücüne baksana evlenirsin çocuğun olur sonun kötüye varacak ... *
bugün ‘son kez’ vedalaştığım büyük arkadaşım’a ithafen.
*
Bakışları ayaklarına kayar olmuştu birkaç gündür genç kızın.
Sıska bacaklarının bitimindeki topukları yaralanmış zayıf, beyaz ayaklarına.
Yeni alınmış kahverengi kadife -neredeyse erkek ayakkabısı- ayakkabılarının
kaprisi topuklarına yaralar bırakmıştı. Parlak zeminler üzerinde tak tak ‘ben
geldim’ sesi bırakmayan ama sağlam, yol için, uzun yol için, yürümek için uygun
ayakkabılardı ayaklarındaki.
‘Zehirli cümleler var’ diye geçirdi içinden, yolda yine
ayaklarına bakarak yürürken. Aklına yapması icap eden bir iş geldi, hızlı
adımlarla mağazaya yöneldi. Gündelik elbiselerin ve elbiselere uygun tarzdaki
ayakkabıların oluştuğu kısımdan uzaklaştı. Gitmesi gereken bölüme; şık ve iş
kıyafetlerin olduğu kısma yöneldi.
Hızlı adımlarla aranırken, birden gözü ince topuklu, siyah
rugan bir çift ayakkabı’ya takıldı. 3-4 saniye gözleri ayakkabıda takılı kaldı.
Donuklaştı. Aklına yine zehirli cümleler geldi.Sonrası 1 saniye bile sürmeyecek zihindeki anlık görüntü tasarılarıyla
devam etti. İnce topuklu, siyah rugan ayakkabılar’ı topukları yaralanmış
ayaklarında düşündü. Ve ayna karşısında ayaklarındaki duruşunu. Ayakları zarif, silueti
daha da ince gösteren, vuruşlarının parlak zeminde tak tak ‘ben geldim’
sesleriyle ince topuklu, siyah rugan ayakkabı’ların gerçekten de cezbedici
olduğuna hükmetti.
Anlık bir yönelişle eli sivri topuklu, siyah rugan
ayakkabıların tekine uzandı. Dokundu. Aklına az önce şimşek hızıyla aklından
geçen görüntüler geldi. Kabine yönelmeyi düşündü ki durdu. Hiçbir şey yapmadan
durdu. Birden gözlerinde keskin bir ışık, dudaklarında ince bir tebessüm
belirdi.
Durdu. Hızlı, bedenine göre yere oldukça güçlü basan
adımlarıyla ayakkabıyı aldığı yere bıraktı. Ona pek de aşina olmayan dik bir
yürüyüşle ve sağlam adımlarla durduğu yerden uzaklaştı. Topukları yaralanmış,
zayıf ayaklarını saran, yol için, uzun yol için, yürümek için en uygun
ayakkabılar olan kahverengi süet, düztaban –neredeyse erkek ayakkabısı- ayakkabılarına
baktı.
Bir an kulakların ulaştığı her yerde ‘lonely shepherd’ melodisi
-1 dakika 39 saniyesinden itibaren- yankılanıyor sandı. Yüksekçe bir yere bakar gibi; zafer'le gülümsedi.
*
2012, kasım 9.
-ferrarisini satan bilge'den bozmaca, ironik başlık-
Tolstoy'u zaten severdim. Daha çok seviyorum artık.
16 yaşımda okuduğum bu güzide romanın, romanın sonuna yaraşır bu son kısmını özellikle alıntıladım:
***
...levine bir taraftan bahçedeki sakız ağaçlarından düşen damlaların
çıkardığı monoton sesleri dinliyor, diğer taraftan da yıldızları ve samanyolunu
seyrediyordu. şimşek çaktıkça büyük yıldızlar görünmez oluyor ama şimşeğin
parıltısı kayboldukça tekrar eski yerlerinde görünüyorlardı. levine, bir
süreden beri zihnini yoran sorunların çözüm yollarını bildiğini sanıyor ama
bundan iyice emin olamıyordu.
kendisine "beni şaşırtan nedir?" diye sordu.
"tanrısallığın en sağlam kanıtı iyilik ve kötülüğün ne olduğunu
insanlara bildirmiş olmasıdır. ben ve hristiyan kilisesi bunu kabul ediyoruz.
peki ama müslümanlar, yahudiler ve budistler ne olacak? bütün bu insanlar
hayatın en büyük gerçeği ve mutluluğu olan bu bilgiden yoksun mudurlar?"
diye düşündü.
biraz daha düşündükten sonra hemen hatasını buldu. kendi kendisine "ben
ne yapıyorum diye sordu?" "çeşitli dinler ile tanrısallık arasındaki
ilişkileri inceliyorum. oysa bana bireysel olarak bilgi sunuldu. ben şimdi
kalkmış bu bilgiyi akıl yoluyla açıklamaya çalışıyorum!"
"gökyüzünde görünen parlak yıldızlara bakarak "yıldızların hareket
etmediğini bilmiyor muyum? ama yıldızların hareket ettiğini kabul etmezsem,
yeryüzünün hareketini nasıl düşünüp açıklayabilirim?" dedi.
"gök bilginleri yeryüzünün karmaşık hareketlerinin hepsini birden göz
önünde bulundurabilselerdi herhangi bir şeyi anlayıp hesaplayabilirler miydi?
gök bilginlerinin gezegenler hakkında verdikleri bütün bilgiler ve yaptıkları
hesaplamalar, gezegenlerin hareket ettiklerinin kabul edilmesine dayanmaktadır.
görünüşteki bu hareketi ben de görüyorum. nitekim aynı hareketi binlerce yıldan
beri milyonlarca insan gördü ve böyle giderse görmeye devam edecek. gök
bilginleri bütün insanlar için geçerli olan bu bilgiye inanmamış olsalardı tüm
hesapları yanlış çıkacaktı. aynı şekilde ben de bütün insanlara verilmiş olan
ve bana da hristiyanlık vasıtasıyla sunulan iyilik düşüncesine sahip olmasaydım
benim elde ettiğim sonuçlar da yanlış olacaktı. benim inandığım hristiyanlığın
dışındaki dinlerin tanrısallıkla nasıl bir ilişkileri olduğunu söylemeye hakkım
yoktur."
...
"bu yeni duygu beni değiştirmedi. düşündüğüm gibi birden bire
aydınlatmadı. dolayısıyla bunun şaşılacak bir tarafı yoktu. bu duygu çektiğim
acılarla gönlüme işledi. ben farkına varmadan adeta kalbime
yerleştirildi."
...niçin dua ettiğimi hala mantıklı bir şekilde açıklayamıyorum. ama dua
etmeye devam edeceğim. bundan sonra başıma ne gelirse gelsin artık hayatımın
her dakikası anlamlı bir şekilde geçecek. eskiden anlamsız olan hayatım, ona
verebildiğim iyilik düşüncesiyle anlam ve değer kazanacak..."
SON
Lev Nikolayeviç Tolstoy / Anna Karenina, II. Cilt, XIX Bölüm, (syf: 542)
Yarın Arefe günü. Öbür gün kurbanlar kesilecek. Haberlerde
koca koca hayvanların sokaklarda koştuğu aptal videolar gösterilecek. Bir yığın
üçkağıtçı şeker-çikolata reklamları ekranları süsleyecek. Yaşlı dedeler ve
ninelerin hüzünlü bakışlarının ve beklentilerinin bize ‘şeker’ gelmesi
umuduyla. Bir iki buldum ben beşeri, bir dünyanın aptalı, bir bedenin kokoşu
tüm bu olanları ilkel ve canice bulacak. Hayvanca diye. Ama içimizde katl ve
şiddet güdüsü var ya, kurban da bu yüzden var ya, onlara bu güdüyle bakacağım
ben de. İçimdeki katl arzusuyla!
Kurbanın benim için extra bir ayrıcalığı var. Kurban
bayramında doğdum çünkü. 1990’nın kurban bayramında. Anneciğim çekine çekine
doğuracağı geldiğini belli etmiş. Bazı örflerine “kurban olduğum” –möhü-
yöremin sakinlerinden olan bir akrabam deyivermiş hatta “adıyla doğdu, kurban
koyun” diye. –ah Allah’ım, ne güzel bir ironidir, ne inceden bir alaydır bu
bana- Neyse ki kız doğmuşum ve şimdiki güzel ismim bana bahşedilmiş.
Hepsine rağmen kurban bayramında doğmak güzel. Seviyorum,
tutkunum işaretlere ya tutup benim gibi birinin doğumunu hayvanların kesildiği,
kanın bol olduğu, bin bir türlü açıklanamaz inceliklerle donatılmış bir güne
denk getiriyor. Fedakarlığın resmi olan bir olaya. Belki de benden bir
fedakarlık istiyor.
Çoğu insan tiksinerek, “ayy!” diyerek bakıyor –bakamıyor- ama tüm şiddetine,
çirkinliğine rağmen hayvanların kesilmesine, kimilerine göre “hunharca
katledilmesine” bakıyorum ben. -gerçi artık özel yerlerde yapılıyor kesimler- Özellikle
ölüm an'larına. Tasavvufi bir yorumdur, kurban içimizdeki şiddet ve katl
duygusunu sükun içindir diye. Otopsi videolarına dahi baktığımı varsayarsak bu
bana hiç de tiksindirici gelmiyor. Sadece kendimi ceset gibi hissediyorum. Duyguları
ve hisleri olmayan bir doku torbası gibi. Tabi rahatlıkla değil, içim gidiyor izlerken.
-aslında çok tuhaf, bir tarafta da aslında kurbanlardan farkı olmayan porno
dünyası var-
Kurban’ın bir anlamı daha var. En önemli anlamı. Fedakârlığın daniskası olması
yüzünden de bir anlamı var;
*
Kurban'ın hikmeti konusundaki yazıların
ikincisi, İranlı entelektüel Dr. Ali Şeriati'nin "Hac" isimli
kitabında yer alan "Baba Oğul Arasında Konuşma" başlıklı bölümden
alınma birkaç paragraf olacak:
"Bu İbrahim’in dinidir; kana susamış tanrıların, mazoşistlerin ve
işkencecilerin değil. İnsanın mükemmelliğe ulaşmasının, bencillikten ve hayvani
arzularından kurtulmasının hikayesidir yaşanan. İnsanın daha ulvi bir makama ve
aşka ve bilinçli bir insan olarak sorumluluklarını yerine getirmesine engel
olacak her şeyden azade olduğu bir iradeye yükselişidir...
Hikaye, bir koçun kurban edilişiyle sona eriyor. Bu, Yüce Allah'ın tarihin en
büyük insan trajedisinin sonuna ilişkin dileğidir - birkaç aç insanı doyurmak
için bir koç kurban etmek.
Sen de İbrahim gibi kendi İsmail’ini getirmelisin Mina'ya. Senin İsmail’in kim?
Ancak sen bilebilirsin, başkası değil. Belki eşin, işin, yeteneğin, gücün,
cinsiyetin, statün vs. Ne olduğunu bilmiyorum, ama İbrahim’in İsmail’i sevdiği
kadar sevdiğin bir şey olmalı. Senin özgürlüğünden çalan, görevlerini yerine
getirmeni engelleyen, seni eğlendiren, hakikati duymaktan ve bilmekten
alıkoyan, sorumluluk kabul etmektense meşrulaştırıcı sebepler ürettiren ve seni
sadece gelecekte senden gelecek yardım için destekleyen ne varsa; işte bunlar
onun işaretlerindendir. Onu arayıp bulmalısın. Eğer Allah'a yaklaşmak
istiyorsan, İsmail’i Mina'da kurban etmen gerek.
İsmail’in yerine geçecek koçu (fidye) sen tespit etme, bırak Allah sana yardım
etsin ve bir hediye olarak göndersin. O, koçu ancak bu şekilde kurban olarak
kabul eder. Koç ancak İsmail’in bedeli olduğunda kurbandır; yalnızca kurban
olsun diye koç boğazlamak ise kasaplıktır.
Genç bir yaşta gerçekleştirdiği talihsiz bir atlayıştan dolayı, yıllarca felç halinde yatağa bağımlı bir hayat süren Ramon’un, bu şekilde yaşamayı onursuzca bulup ötanazi istemesi üzerine kurulu gerçek bir hikayeden uyarlama bir film Mar Adentro (İçimdeki Deniz)
Aşağıdaki dialoglar, Roza’nın Ramon’u bu dileğinden vazgeçirmeye geldiği ilk ziyaretinden. Filmin ortalarına doğru Ramon’a aşık da olan Rosa sonunda Ramon’u anlayacak ve ona kanunların vermediği özgürlüğü kendi elleriyle verecektir.
*
Rosa: geçenlerde seni televizyonda gördüm.
Ramon: hımm. gördün mü. yaklaşıyoruz.
Rosa: neye?
Ramon: burda olma nedenine.
Rosa: söylediklerini duydum ve gözlerine baktım. gözlerin çok güzel. ve düşündüm nasıl da hayat dolular. öyle gözleri olan biri neden ölmek ister ki. bazen hepimizin sorunları oluyor. onlardan kaçamazsın biliyorsun değil mi.
Ramon: ben sorunlarımdan kaçmıyorum. tam tersine..
Rosa: evet kaçıyorsun. buraya o yüzden geldim.
Ramon: neden?
Rosa: şey. yaşamak istemeni sağlamaya. ve sana hayatın..
Ramon: ve hayatın ne?
Rosa: yaşamaya değmez mi?
Ramon: baksana, beni görmeye mi geldin yoksa ikna etmeye mi?
Rosa: hiçbiri. ben sadece dostun olmak istiyorum.
Ramon: eğer öyleyse roza, dileğime saygı göstermekle başla.
Rosa: ama bu dar görüşlülük.
Ramon: beni yargılama. beni yargılama roza. kendi evimde değil. ya ben seni yargılasam? istediğin bu mu? burda oluşunun gerçek nedeninden söz edelim. belli ki boşuna didinen bir kadın olmandan dolayı bu sabah hayatına bi anlam katmayı umarak uyanmışsın.